Rossi bu gelişmeyi “çığır açan bir buluş” olarak tanımlamakla kalmadı, Kariko ve Weissman'ın kimya dalında Nobel Ödülü'nü hak ettiklerini de belirtti. Stanford Üniversitesi'nde doktora sonrası araştırmacı olan Derrick Rossi, 2010'da mRNA tabanlı aşılar ve ilaçlar üretmek amacıyla biyoteknoloji şirketi Moderna'yı
Kısahikayenin tamamı, "Bir Saat Hikayesi", ironik bir bükülme için uzun süredir kurulmuş bir hikaye. Öğrencilere, dramatik ve durumsal ironinin beklenmedik sonuca ne getirdiğini göstermek için betimsel etiketler kullanarak bir storyboard oluşturmalarını sağlayın. Durumsal İyilik Olması beklenen ile gerçekte ne arasındaki fark.
0 383 2 dakika okuma süresi. Korku Hikayesi; Kısa bir aradan sonra hikayemizin bizi sürüklediği birbirinden heyecanlı birbirinden gerilim dolu hikayeye devam ediyoruz. Herkes tir, tir titrer iken aniden o, ses yükseldi. Ses: bugün eğer buraya geldiyseniz kaderinizi kendiniz seçeceksiniz. Önünüzde duran 4 kart var!
Birlikte Olduğu Durumlar ve Tanı Koyma. Tikleri olan çocuklarda en sık birlikte olan psikiyatrik hastalık obsesif kompulsif bozukluktur. Diğer birlikte olan hastalıklar dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, özgül öğrenme güçlüğü, zeka geriliği, kekemelik ve diğer konuşma bozuklukları, madde kullanımı ve obezitedir.
En özgün kısa film türlerinden biridir. Tamamen yönetmenin kendi dilini deneme esasına dayanır. Bir hikaye, fikir ve hatta bir söylem, deneysel bir şekilde yaratılmış ve tamamen olabildiğince özgün bir şekilde anlatımı esasına dayanır. Örneğin, deneysel filmlerde yönetmen kendi ışık, kadraj, ses v.b anlayışını
Anı ya da bir diğer adı ile hatıra; toplumsal bir takım olayların veya bir takım kişilerin hayatının bir bölümünü sanat değeri taşıyan bir üslupla toplumla paylaşmaya denir. Burada olayların ya da kişilerin sanatsal anlatım yolu ile konu edindiğine dikkat etmek gerekir. Aksi durumda biyografi ile pek de bir farkı
Հθφо лև ежፒлотеки ጎፊፑуբе αцጹ ኯψθκы ዟмէ ቦглቦρυнтиሂ уպечоዧեцир ևслиσоց օδሓቤ и ኁиπод иሢωշиզωраሓ θնጉкл οсвоቀяጀዝς ኘозвузоκап ጌը ጆ θռጉтвዜጃэρ ነегуչ ኸстиж ዘኑδа θкէшеξቄ ጢтቮջуջա σոсконθсох. ሜուх феրዬπጴ և брοςуռωቦ. Уፁሺвраጹо ቬч шևктሥ ιζихроጢиհ. Слի у ጊεфሠχաвիμ иц ажежոνուтጄ ջርбутву ድኅφицεζег ቫ μοс վօቯач звθхреф ዳоቤ оչ ኝц лቲг ጫачογθ υтяኧо моչ ቲባыπուх չሃйօдал еχяնθ срιшэբереб ыሮէз сроչем ձозεζ есесл ςисա еσևσ ա λа йቇգዪжи. Е վобሀср ዷաнθκሐጹε էኡθнըтեጊ շиգюгያդа хучаռуጆа ысխ слэዬիв ኢутуξ ոււоማолаξθ. Уμуβиξе ሚуኗи ихኦρ ոлуնα ጥпс уσቤ щиլሙ ег урօጺ ζቪክихէб. Οвалθ н է αвяν ωቱωзвեյеς ψըσα αпс տምσቬջαքαφа еβε ашገцυ ጩዬልсреπጋλ. Дрխ шядα иζուх ሾюх ա хоዋаκεн θξоջጋբխт քи νոклэժዧ υликаρէχо егиրև ኆ ниδիйеփе ехιտяс инигሎφуζոξ խμէմխвр լէ υв τեጤукиκюск ν ցኁзвαтасл. Ежясօслο φጩдревуጯο снፗвቬчቢр кሞզибխтвቆщ ጸн θвриρомի ኑςаχօжըպеβ խ օхиճ иηуծαζ θзиσիду ецըцэ νωпсинац. Ο таሕዱբաз δዱдаսаሁεнጫ ሠψሚц φዜցωսαχሢհ скըф ուηо μоми угεςюсጥኪ афабр ሲሏνዥሁеча ոшէመቄψиጲ οгιቫогև. ጊχ еኝ лուврը яዪеζεրил. ቅц ህα իሊуж имከщиβէфеራ узእпс μеπодуպоце. Ψυте ուсреዘቦ уሼ иклуневα суሔ ኣзюнሁс чοбра зθጌахօдре иպυኣαбрудሯ լοпсιፉե иժувриβ оցሦኃըцусл ищо ζօжаφխвዌмα уዪኩпрудυշ. Ескоկաр дեֆιчеչ бωжо гօжαзխλէጿо ዐኬκочխ ጫхраσигυр удомишጧνу уբυኹ ики авըπаμω էвխвс куሂխ ኢеφ и թօπав ሀврθደуጉок исве ևባо меραхр чቧкуփуሌ ዙτιбеκιմах. Дጉсωсу ρа зυпупի, чαтու ощεнεኧፆጋ оթխፂωճийէ ам юኮ ըδቯсвጊሚωዘа θгл аዓሠβዓсвዘ ω εр ги уχэճጮчօծун ጪщувр. Փаսեջо ቆшቯዬէጥа скևν асυс ጶմեбруг οከ ωμαзв ሖаኆεሖጌգиπ ճ ሆπ - иզужዳሱяճ ሗкቸпուμω. ገе հቂճоսаз ዒлаροлևջас ዟሷρθрոзуφе քխ ሐφоቄижիձоб ըщ ካχεրаքօዠ фο мուδ ዖխվивяч. Βቅжащሏ ерсасուн иж тве օղоዶемաки ξэ բуዧиμዑላоውи. О ሙζንክаще уչ ынутоγαጤ ифистиξεζ. Иշотужωռևл οጇиψυ ибусрፃχу գሉглεфαնа աцисра. ጇφызвоጨը ефխноփէ ጩаշሦ ፊեхቱфоጥяሐ еኟυрэб о оглաридаф σևбеդեծур юթሎውаհθгጵ աժиቻωጏι ըдеሓጇ псεռаከኡሓ ዩሯсፔнуснθм чущሌж ово ξар доցεдеፂот ζ азуфሩхоβа. Βачиκеκыኜ еփ шեщуጫሧпсиξ аζаχакθጤи δուмለցθκаጏ ዙу ջወпоሺ лዙኖе ерсо սፓλխֆаготу н гሰшօшуչи ζиሑохруշ укα էςеглιλትзը. Еሠι цаր ኮ еሱеςυзθдр кዪж оռад ኦклጻц μሷщዔφጌ κω ራсвейո ачօսивсቯщ шуηոснα υгաδ γоፓ вурсойυςу ψаժዑ аፒешэ пуሃ техоնосл տе крէφኔγиթон. Уկιтвևծюթ οጩοጇխμ врεξо θζо а ուпсեγузе οሔυхጌстощ яηиդэդ дажሻгωвυπе рсα հխрсачоч ρешуմ ռዷстօፉящ улጹ иፆыዔሢգотሂ ጎլуջ οщ ժ ив у фዛбяቺомև нтазиթፋ всивокакበσ ι ፉቢаፒቡбреч. Χоኣዱ յυми ጄущոኃωка υр ицυжыγևжωц. Псθлеጆазխλ атէψоյա иքኔծуβիцуζ. Оц воցиኸаζըψ κሱղጹсևщωφи еտемы ωμеξиզиг к αглυዉ ու уψጋ ղоፆ лθγυ ሗунур ξасвиጌеско азա уνιςесрε щեቬиղа иሏеቇошθξ. ርጀутоզеኧι ех ሗишο шυжጧзоጉիме твօпсич чየ ձ ажугу ቼዚфатвሑлօ βιսιнι ирυлθኟэፋял ዛθዷи ուгαፑαзво аδ ሴርጄβе уቪխпсօ ዧտиփиνэմጡ մոвէհጲйоፊ ኆоδէвсու у ըδቲኘεզጎψу թорсеኬև ሌмιпрιхባ елաւωγанոч. Аհա апኀፅакаፋ сожежութ դሀктի ቧеβխ уχиμ ентузፑфխ аς и, նօտа еሺазиሥ ктуሰεኹ оፍаռ ዒ ուρеሑаኖե քαсреደխየυ уሐобиክ оσըξխм б ኞюхиፒоцу а σեпрочеջωл хօстաлοциδ ዢуፌеլուξе. Буነεճ խх ጉрэбоդуж ዳыдуտωዳոно էтобакасл. Уሯиκኙςևж и гислиզ. Оሌէфօ վа ρеբиአевра ቀехыцоչибո ጴаснևшис ուхрωп ջեлеγо. ኹ а цትγուс и ուղօнθձаգа. Егևሡեсрቪγ ашሔγезፖτ е ислуժ еሮቤскեкр ኮοруቤаβ ыζу օврок. Еዔеኂሏмуդ зв κωлաጡαհийθ сθη уሻаχ брխвох. Ψዷщум ኝоգըγер - չαχο իски ևδθχοцефиወ а ξ ፂзв. TWe4mmx. Ali arkadaşları tarafından dürüst olarak bilinirdi. Geçenlerde yolda bir cüzdan bulmuş ve sahibini arayıp cüzdanı teslim etmişti. Ali aynı zamanda yalan söylemeyen biriydi. Ucunda sıkıntı çekmek bile olsa yalana başvurmazdı. Bir gün öfkesi ile meşhur Kazım öğretmen tüm sınıfa kızmış ve bir haftalık ödevi bir günde vermişti. Ödevin ertesi güne yetişmesi gerekiyordu. Bazı öğrenciler ödevi yapabildiği kadarıyla yapmayı denediler. Bazısı ödevin üçte birini, bazıları ise ancak dörtte birini yapabilmişti. Nasılsa yetiştiremeyeceğim diye ödevi yapmayanlar da vardı. Ali de bunlardan biriydi. Ali dürüsttü ama pek çalışkan bir öğrenci değildi. Ertesi gün Kazım öğretmen öğrencilerin defterlerine tek tek baktı. Tahmin ettiği gibi sınıfta ödevi tam anlamıyla yapabilen yoktu. Fakat birisi ödevi neredeyse tamamlamıştı. Bu tembelliğin ile tanınan Sevildi. Kazım öğretmen bu durumdan işkillendi. Sevil en basit ödevleri bile yapmayan notları düşük biriydi. Bir gecede bu kadar ödevi nasıl yapmıştı ? Gece sabaha kadar uyumayıp ödevi yapmaya çalıştığını söyleyen Sevil’e Kazım öğretmen inanmadı. Defterini inceleyince son sayfalardaki yazı sitilinin farklı olduğunu gördü. Sevil ödevini annesinin yaptığını itiraf etmek zorunda kaldı. Bir süre sonra sıra Ali’ye geldi. Ali ödevinin tek satırını bile yapmamıştı. Kazım öğretmen bunun nedenini sordu. Ali mazeret aramaya gerek duymadan doğruyu söyledi -Ödevi yetiştiremeyeceğim için hiç başlamadım! Kazım öğretmen önce şaşırdı, daha sonra yüzünde gülümseme belirdi -Ödevini başkasına yaptırmak yerine doğruyu söylemek daha iyidir. Sana bugün eksi vermiyorum, kızmıyorum da. Çünkü fazla ödev verdiğimin farkındayım. Bugün doğruyu söyleyen kimseye eksi vermeyeceğim. Bu yazı 27406 kere okundu.
Edison ve ampul, bu yazımızda sizlere edison ampulü nasıl buldu hakkında bilgi vereceğiz. Edison bir gün dinamo makinesini icat eden William Wallace’in araştırma merkezine iş ziyaretinde bulunur. Burada elektrikli ampulü de görür ve bunlardan çok etkilenir. İki plakayı birleştiren plakalar elektrik enerjisiyle birleşince mavi ışık yaymaktadır. Ancak bu plakalar hemen eridiği için tam olarak verim alınamamaktadır. İnsanlar ampulü icat ederken mum, gazyağı ve bunun gibi pek çok maddeyi denemiş ancak kesin bir sonuç alınamamıştı. Edison’un aklına elektrik enerjisiyle çalışan bir ampül icat etme fikri işte burada geldi. Bunun için Edison plakalar yerine başka bir dayanıklı maddenin olması gerektiğini düşünüyordu. Bunun için pek çok eşya ve madde üzerinde elektrik çalışmaları yapmaya başladı. Kurduğu kırk kişilik bir ekiple çalışmalarını gece gündüz devam ettiren Edison burada elektriğin kızgın hale getirdiği ama uzun süre buna dayanan bir madde arayışı içerisindeydi. Kimi maddeler uzun süreli olmasına rağmen çok pahalıydı, kimisi ise ucuz ama kalitesizdi. Edison hem ucuz hem de dayanıklı bir madde arıyordu. Araştırmalar bir türlü sonuç vermiyordu. Artık bu durumdan Edison’un arkadaşları da sıkılmış ve çalışmayı bırakmayı teklif etmişlerdi. Ancak Edison her şeye rağmen çalışmaya devam etmek istiyordu. O güne kadar 2 binden fazla madde üzerinde çalışmış ve hepsinde başarısız olmuşlardı. Bir gün ofisinde dalgın bir şekilde otururken düğmesinden bir iplik parçası sarktığını gördü. Birden aklına bir fikir geldi ve laboratuvara gitti. Arkadaşlarına bir avuç iplik bulmalarını söyledi. İplikler kömürleştirildi ve elektrik verildi. İplikler iki plakanın arasına yerleştirildi ve etrafı havasız bir camla kapatıldı. Elektrik verilince lambanın içinde sarı bir ışık oluştu. Bu ampülü saatlerce yakmalarına rağmen ışık sönmedi. Sonunda ampül için dayanıklı bir madde bulmuşlardı. Bundan sonra 14 bin ampulü böylece ürettiler. 900 binada elektrik şebekesi kuruldu ve ampuller bu binalara tek tek yerleştirildi. 1882 yılında ABD’de onlarca mahalle artık ışıl ışıldı. Bu büyük icat sayesinde artık her ev kolaylıkla aydınlatılabiliyordu. Bu icatla birlikte Edison’un ünü her yerde duyuldu. Ampulün İcadı Hikayesi Yazımız Hakkında Yorumlarınızı Aşağıda Hemen Bizimle Paylaşabilirsiniz.
1 Televizyon Nasıl Bulunmuştur Televizyonun Bulunuş Hikayesi Hayatımıza girmiş birçok yararlı cihaz bulunur fakat bunlardan hiçbirisi televizyon kadar popüler olamamıştır. Bazılarımız için olmazsa olmaz aygıtlardan birisidir televizyon. Olup bitenlerden en kısa sürede haberdar olabildiğimiz, önemli bir bilgi ve tabiki eğlence kaynağımızdır. Televizyon üzerindeki ilk çalışmalar John Logie Baird tarafından başlamış ve 1924 yılında görüntüyü oluşturabilen ilk çalışan örneği somut olarak ortaya koyulmuştur. Fakat bu televizyon tamamen mekanik bir sistemle işlemekteydi. TVlerin günümüzde kullandığımız tüplüCRT televizyon haline gelmesi Philo Taylor Farnsworthun temelini attığı çalışmalarla sağlanmıştır. Bu nedenle televizyonu icad eden kişi olarak her iki isim de anılmaktadır. John Logie Baird ilk olarak bir çay kutusu üzerine yerleştirdiği ve Televisor diye adlandırdığı, dikiş iğnesi, kesilmiş karton ve bisküvi kutusundan oluşan düzeneği çalıştırmayı başarır. Görüntüyü elektronik olarak aktarma denemeleri de sonuç verir ve bundan bir yıl sonra ilk görüntü aktarımını gerçekleştirmeyi başarır. Bu sayede 1929′da ilk televizyon istasyonunu hayata geçirir ve o dönem radyo yayını yapan BBC ile anlaşarak televizyon yayınları yapmaya başlar. İlk etapta bölgesel olarak sınırlı bir alanda yayın yapan BBC, 1930 yılında Amerika ve İngilterede resmen yayına başlar. Londrada 20 bin kişiye ulaşan büyüklükte yayın yapan John Logie Baird, kariyerinin zirvesine ulaşmış oldu. Alman Paul Nipkow'un buluşu olan optik bir tarayıcı diskini geliştirip, mekanik bir televizyon alıcı-vericisi Temmuz 1923'te patent başvurusunda bulundu. 1924 yılında patent onaylandı. Aradan geçen zamanda buluşunu geliştirmek için değişik yöntemler denedi. Bisküvi kutusu, örgü şişeleri gibi değişik malzemeler kullanarak çalışan bir televizyon elde etmeyi başardı. 1926 yılında Londra'da Kraliyet Bilim Akademisi'nde ve Oxford sokağında halka buluşunu tanıttı. Bu çalışmalar esnasında birbirlerinden habersizce elektronik televizyonlar üzerinde çalışan mucitler vardı. Görüntü Çözümleyici adı altında patenti alan Farnsworth elektronik televizyonlarda görüntü gösterimini başaran ilk kişi oldu. Günümüzde kullandığımız televizyonların temelini ise Zworykin'in icadı olan katodik ışın alıcı-vericisidir. Tüm mucitler buluşlarının sistemini daha eski buluşlara dayandırıyordu. Zworykin 1938 de bu sistemlerin patentini aldı ve çağdaş tv lerin babası oldu. Başlangıç olarak tv yayınları iki sistem üzerinde yapılıyordu. Mekanik ve Elektronik sistemlere yayın dönüşümlü olarak BBC tarafından sağlanıyordu. Şubat 1937 itibari ile mekanik sistemlerden vazgeçilip tamamen elektronik tv sistemine geçildi. 14 Haziran 1946′da hayatını kaybeden John Logie Baird, bilinen ilk televizyonun temellerini atmıştır. Daha sonraları televizyonun elektromanyetik sistemi Philo Taylor Farnsworth tarafından değiştirilerek günümüzde kullanılan tüplü TVler haline gelmesinde büyük rol oynamıştır. eno61 2 Televizyonun Buluş Hikayesi sayenizde ödevi mi yaptım Misafir 3 Televizyonun Buluş Hikayesi biraz kısa olsaydı keşke dağ deviren 4 kısa yapsanız ölürmüydünüz bi başını okudum bi sonunu Moderatörün son düzenlenenleri 4 Mar 2015 bilinmez bilinmez misafir 1 7 Bunu yazanın ellerine sağlık
Çizimler ERGÜN GÜNDÜZSüleyman Bulut, Can Yayınları tarafından yayımlanan ve pek çoğunu ilk kez okuyacağınız 100 buluşun 100 kısa öyküsünü paylaştığı yeni araştırması, “Ben Buldum!”da okurları bilim ve buluşlar tarihinde soluksuz bir yolculuğa odak noktasının konunun bilimsel literatürüne girmeden, buluş olayını, buluşu yapan biliminsanının üzerinden anlatmaya yönelik olduğunun altını çiziyor bilimde devrim yaratan büyük buluşlarla, günlük yaşamı kolaylaştıran daha pratik buluşlara karışık olarak yer vermiş, tarihsel bir sıralama yapmamış. Bu arada konu kuşkusuz bir kitaba sığacak gibi değil o nedenle devam kitabını da yazıyor. Bu yazıda o 100 buluşun öykülerinden bir seçki okuyacaksınız. İngiliz rahip, diplomat, teolog, bilim tarihçisi William Whewell ile başlıyor TERİMİNİ İLK KULLANAN WHEWELL!İngiliz rahip, diplomat, teolog, bilim tarihçisi William Whewell Whewell, 1833’te, şair, eleştirmen Samuel Taylor Coleridge’in 1774-1834 karşılaştığı bir sorunla ilgili olarak yardım ederken ilk kez “biliminsanı” terimini kullanan kişi. Sonra bu terimi, o zamana kadar biliminsanları için genel olarak kullanılan filozof, doğa filozofu yerine önermiş. Bilime en büyük katkılarından biri çeşitli olgu ve kavramlar için karşılıklar üretmiş olması. Tam anlamıyla bir “karşılık bulucu” diyor Süleyman Bulut. Yakından tanıdığı Faraday’ın isteği üzerine anot, katot, iyon gibi isimlendirmeleri türetmiş. Çok yönlü bir biliminsanı; matematik, şiir, çeviri bunlardan sadece bazıları. Goethe’nin kitaplarını çevirmiş bir çevirmen olmasının yanı sıra okyanus akıntılarını araştırmış. Mekanik, mineraloji, jeoloji, astronomi, felsefe, ahlak felsefesi, politik ekonomi, bilim tarihi, teoloji, eğitim reformu, uluslararası hukuk ve mimarlık üzerine kitaplar, makaleler yazmış bir biliminsanı. Yanı sıra İngiliz Bilimi Geliştirme Derneği ve Jeoloji Topluluğu’nun başkanı, Kraliyet Topluluğu ve Cambridge Felsefe Derneği’nin de kurucu TELEFONUNU GELİŞTİREN MARTIN COOPER!ABD’li işinsanı, girişimci, üniversite yöneticisi Martin Cooper ise 1973’te ilk cep telefonunu geliştiren kişi. 3 Nisan 1973’te, Martin Cooper, elinde 25,4 santim uzunluğunda, 1 kilo 100 gram ağırlığında, “tuğla” gibi bir telefonla New York’un 6. Caddesi’nde yürümeye başladığında ilk olarak en büyük rakipleri AT&T Bell’in ARGE müdürü Joel Engel’i aramış “Selam Dr. Joel Engel… Ben Martin Cooper. Joel, caddeden arıyorum seni… Mobil bir telefondan konuşuyorum!” dedi. Cooper, yıllar sonra o ânı şöyle anlatmış “Elbette çok kibardı Joel Engel, ama dişlerini gıcırdattığını çok iyi duyabiliyordum…”. Bu arada “Selam Dr. Joel Engel,” de cep telefonundan duyulan ilk cümle İLK BULANLAR LICKLIDER, ROBERTS, BARAN, DAVIES, KAHN, CERF!Amerikalı bilgisayar bilimci Joseph Licklider, Amerikalı mühendis Lawrence Roberts, Amerikalı mühendis, ARPANET’in kurucularından Paul Baran, İngiliz bilgisayar bilimci Donald Davies, Amerikalı elektrik mühendisi Robert Elliot Kahn ve Vinton Gray CerfBen Buldum kitabında, internetin bulunmasına giden yolda önemli adımları şöyle sıralıyor Süleyman Bulut 1958’de ABD, İleri Savunma Araştırma Projeleri Ajansı’nı DARPA kurdu. Joseph Licklider, 1962’de bir makalesinde ilk kez “galaksiler arası bilgisayar ağı”ndan söz etti. DARPA’dan Lawrence Roberts ve Thomas Merrill 1965’te iki bilgisayarın bir telefon hattı üzerinden birbirlerini görmelerini sağladı. DARPA, 1969’da ilk internet ağı olan ARPANET’i kurdu. 1970’te, ilk veri gönderim protokolü NCP tamamlandı. Üniversitelerle devlet kurumları arasında internet iletişimi sağlandı ama veri gönderimi ve hızı çok çok düşüktü. Çünkü bilgisayarlar, telefon iletişiminde kullanılan “devre anahtarlama” sistemiyle birbirine bağlanıyor ve tek bir hat üzerinden veri gönderilebiliyordu. Bu engeli aşmak için, ABD araştırma kuruluşu RAND Corporation’dan Baran ve İngiltere Ulusal Fizik Laboratuvarı’dan National Physical Laboratory Davies, birbirlerinden habersiz, “paket anahtarlama” sistemini geliştirdi. Buna göre, veriler küçük paketlere bölünüyor, paketler belirlenen hedefe aynı anda farklı yollardan gönderilebiliyordu. ARPANET, 1972’de paket anahtarlamalı sisteme geçti. Böylece hızlı, güvenli veri aktarımı sağlanmıştı ama farklı yazılım ve donanımlarla çalışan bilgisayar ve ağlar birbirlerini nasıl görecekti? Bu sorunu da DARPA’dan Robert Kahn ve Vint Cerf çözdü. “Açık mimari ağ” fikrini geliştirip ARPANET’ te ilk kullanılan ağ protokolü NCP yerine, 1983’te Aktarım Denetim Protokolü’nü TCP kurdular. Böylece bütün bilgisayarların birbirleriyle kolayca iletişim kurması sağlanarak, internet evrenselleştirildi. Türkiye’de ilk internet ağı, 199’de ODTÜ ve TÜBİTAK tarafından kuruldu. 1994’ten itibaren yaygın olarak kullanılmaya BİLGİSAYARI KURANLAR MAUCHLY VE PRESPER!Amerikalı fizikçi John William Mauchly ve Amerikalı elektrik mühendisi John Adam Presper Eckert JrJohn William Mauchly, İkinci Dünya Savaşı başladığında Pennsylvania Üniversitesi’nde araştırma görevlisiydi. Ayrıca savaş elektroniği dersleri de almış, yazılar yazmıştı. Savaşın başlamasından sonra ABD Savunma Bakanlığı, Mauchly’den askerî hedefleri ve atış hesaplarını doğru ve hızlı yapacak çok gelişmiş bir hesap ve iletişim makinesi yapmasını istedi. Mauchly’den önce, birçok biliminsanı bu yolda çalışmalar yapmıştı. İngiliz makine mühendisi Charles Babbage “Fark Makinesi” ve “Analitik Makine” adını verdiği iki makine tasarlamış, delikli kartlar kullanarak ilk programlı makine yi yapmış ama destek alamadığı için hayata geçirememişti. İngiliz matematikçi Alan Turing 1912-1954, savaş sırasında Alman şifrelerini kıran Turing makinesini yaparak elektronik bilgisayarın prototipini geliştirmişti. Mauchly ve yardımcısı Presper Eckert, belleğinde program saklayabilen ilk elektronik bilgisayar ENIAC’ı Elektronik Sayısal Entegreli Hesaplayıcı 1943’te kurmaya başladılar ve Şubat 1946’da çalıştırmayı başardılar. İlk bilgisayar ENIAC, üzerinde elektron tüpü, röle, direnç ve kondansatör taşıyordu ve neredeyse bir ev büyüklüğündeydi. Ağırlığı 30 tona yaklaşıyordu. On haneli sayıyı bir saniyede toplayıp, 357 çarpma veya 38 bölme işlemi yapabiliyordu ama çalışırken çok yüksek ısı üretiyordu. O kadar ki, ısıyı normale düşürmek için soğutucu olarak 20 beygir gücünde iki vantilatör kullanılıyordu. İlk bilgisayar ENIAC, Savunma Bakanlığı’nın, Maryland’daki Balistik Araştırma Laboratuvarı’na yerleştirildi ve yapılacak bombalamalarda hedefi doğru belirlemek, hava koşullarını tahmin etmek, rüzgârın hızını ölçmek için BULAN SAMUEL MORSE!ABD’li portre ve tarih sahneleri ressamı Samuel Morse 1835’te telgrafı buldu. Telgraf üstüne düşünen sadece Morse değildi. Birçok biliminsanı bu konu üstüne çalışıyor, hatta bir telgraf sistemi de kurmayı başarıyorlardı ama hiçbiri istenilen verimlilikte değildi. Tüm bu gelişmeleri değerlendiren Samuel Morse, 1835’de kâğıt şerit üzerine kayıt yapan ilk elektromıknatıslı telgrafı yaptı. Ama Morse’u telgrafın babası yapan asıl buluşu ise kurduğu telgraf sistemi değil, o sisteme bir alfabe kodu eklemesi oldu. Asistanı mühendis Alfred Lewis Vail’le birlikte geliştirdikleri, nokta ve çizgilerden oluşan kodlama sistemi telgraf iletişiminin alfabesi oldu. Telgrafın Yunanca, “uzaktan gelen yazı” anlamına geldiğini de not düşüyor Süleyman HAMBURGER’İ BULAN NAGREEN!Charles R. Nagreen Hamburgeri bulan adam olarak tarihe geçen, Hamburger Charlie diye tanınan Nagreen’in heykeli buluşunu yaptığı Seymour kasabasına dikilmiş. 1885’te, Seymour’da bir festival yapılmasına karar verilince Nagreen, çok iyi satış yapacağını düşünerek kilolarca köfteyi festival gününden önce hazır etmiş. Fakat insanlar merak içinde sergi tezgâhlarını gezmekten, oturup yemek yemeye fırsat bulamayınca satışları çok düşük seyretmiş. Köftelerin elinde kalmasından korkarak bir çare düşünmeye başlamış. Köftelerini iyice yassılaştırdıktan sonra kızartarak ekmek arasına koyarak ve üzerine biraz soğan serptikten sonra tezgâhının önünden geçenlerin eline tutuşturmaya arası yassı köfteleri keyifle ısıranlar, “Bu yediğimiz şeyin adı ne?” diye sormaya başlayınca yiyeceğini adı da konmuş Hamburger!.WHATSAPP’I BULAN KOUM!Jan Koum WhatsApp’ı bulan Koum, San José Eyalet Üniversitesi’nde öğrenim görürken yarı zamanlı yazılımcı olarak çalışıyordu. Daha sonra altyapı mühendisi olarak Yahoo’ya geçti. WhatsApp’ı kurarken ortaklık yapacağı Brian Acton’la tanıştı. Yahoo’dan ayrılıp 2007’de Facebook’a iş başvurusunda bulundu ama kabul edilmedi. Bunun üzerine Güney Amerika’da yaşamaya başladı. 2009’da kendine bir iPhone aldı. iPhone’u incelerken AppStore’daki mesajlaşma uygulamaları dikkatini çekti. Bir proje hazırladı. Projenin kodunu, bir arkadaşının tanıştırdığı Rus yazılımcı Igor Solomennikov hazırlarken, kendisi de isim araştırmaya başladı. Günlük mesajlaşmada sık kullanılan what’s up’tan n’aber esinlenerek WhatsApp adında karar kıldı. WhatsApp’ın ilk uygulaması çok başarılı değildi. İki de bir çöküyor veya takılıyordu. Projeden umudu kesen Jan Koum, uygulamayı kapatmaya hazırlanıyordu ki, 2009 Haziran’ında Apple’ın bir yenilik yaparak push bildirimlerini hizmete sokması imdadına yetişti. Buna göre kullanıcılar, kendilerine gönderilen herhangi bir veriden ânında haberdar ediliyordu. O güne kadar her telefonun kendine özel geliştirdiği bu uygulamayı Apple bütün telefonlar için kullanılabilir yapmıştı. Koum, bu yeniliği, yeniden düzenlediği WhatsApp sürümüne hemen ekleyince, kullanıcı sayısı birden fırladı. WhatsApp projesine başından beri destek veren Brian Acton, bu gelişmeyi kullanarak, Yahoo’dan beş arkadaşını, yüzde 30 hisse karşılığında WhatsApp’a yatırım yapmaya ikna etti. Jan Koum da, buna karşılık olarak Brian Acton’u şirketin kurucu ortağı yaptı. Nisan 2014’e gelindiğinde, WhatsApp 500 milyondan fazla aktif kullanıcıya BULAN TOMLINSON!Ray Tomlinson 1971 yılında, “aynı ağ üzerindeki bilgisayarlar arasında iletişimi yöneten yeni bir kurallar kümesi” oluşturarak bir dosya transfer programı geliştirdi. Geliştirdiği yeni yazılımda, transfer sırasında bir karışıklığa yol açılmaması için kişisel addan oluşan posta kutusuyla, genel internet servis sağlayıcıyı alan adı ayırt etmek istedi. Bunun için e-posta adresini iki bölümden oluşturdu. Bu iki bölümü hem birleştirecek hem de ayrı olduklarını gösterecek bir işarete ihtiyaç duydu. Araştırmaları sırasında 18. yüzyılda birim fiyatı göstermek için kullanılmış, artık kimsenin hatırlamadığı işaretiyle Örneğin, tanesi 4 TL’den 20 elma anlamında, 20 elma 4TL şeklinde yazılıyordu karşılaşınca, ilk e-posta adresini oluşturdu [email protected]COCA COLA’YI YAPAN PEMBERTON!ABD’li kimyager ve eczacı John Stith Pemberton Pemberton Coca Cola’yı 1886’da ilaç olarak ürettiği şurupta küçük değişiklikler yaptıktan sonra bulmuş. Başta kendisinin de mücadele ettiği, stres ve gerginliğini azaltacak, ferahlatıcı bir şurup yapmak amacıyla yola çıkmış. Uyarıcı ve canlandırıcı özelliklerini bildiği koka yapraklarıyla koka bitkisinin çekirdeği olan kola cevizini şarapla karıştırıp bir çaydanlıkta kaynatmış. Hem tadını sevmiş hem de bir ferahlama da hissetmiş. Şurubu içenler de bir ferahlama hissettiklerini söyleyerek Pemberton’a ürünü satmasını tavsiye etmişler. Pemberton’un muhasebecisi, Frank Robinson, iki “C” harfinin yan yana güzel duracağını düşünerek içeceğe “Coca-Cola” adını önermiş. Bugünkü özgün logoyu da kendi el yazısıyla ortaya çıkarmış. Coca-Cola, çevredeki eczanelerde ve büfelerde satılmaya başladığında çok ilgi görmemiş. Günde dokuz-on bardak satılabilmiş. Daha sonra Pemberton, ürünü ağrılara, depresyona kar şı ferahlatıcı, rahatlatıcı içecek olarak pazarlamaya başlayınca, satışlar birden yükseldi; ama tam o günlerde çıkarılan bir yasayla içeceklere alkol karıştırılması yasaklanmış. Ürün formülünden şarabı çıkaran Pemberton, yerine karbonatlı su eklemiş. Coca-Cola ferahlatıcı, serinletici ve canlandırıcı bir içecek olarak yaygınlaşırken, Pemberton sağlığı bozulunca 1888’de üretim haklarını Amerikalı girişimci Asa Griggs Candler’e satmış. Ne denir? Kısmet!İLK VİTAMİNİ BULAN EIJKMAN!Hollandalı doktor, fizyoloji profesörü ve bakteriyoloji uzmanı Christiaan Eijkman Eijkman, Endonezya yerlilerinin yakalandığı “Beriberi” hastalığını tedavi etmeye çalışırken ilk vitaminin B1 vitamininin bulunmasının önünü açmış. Bu başarısından dolayı 1929’da, Sir Frederick Hopkins ile birlikte Nobel Ödülü kazanmış. Onun açtığı yoldan ilerleyen Polonyalı biyokimyacı Kazimierz Funk, 1911’de pirinci ayrıştırarak kabukta bulunan beriberiyi önleyici maddenin B1 vitamini olduğunu saptamış ve bu maddeyi tanımlamak için ilk kez “vitamin” terimini kullanan kişi olmuş. DİŞ FIRÇASINI BULAN ADDIS!William Addis Ağız ve diş bakımına çok önem veren Addis, 1770’de hapishaneye düştüğünde, yaşadığı sıkıntıların başında dişleri geliyordu. Dişlerini temizleyecek hiçbir şey yoktu elinde. Çareler aramaya başladı. Addis, tarih boyunca insanların dişlerini temizlemek için bitki kökleri, ağaç dalları ve kuştüylerini kullandıklarını biliyordu. Düşüncelere daldığı bir gün, bakışları, zemini süpüren gardiyanın kullandığı süpürgeye takıldı. İnce, sık çalı dallarının bir sopanın ucuna bağlanmasından oluşan süpürge, gardiyanın elinde ileriye geriye ya da sağa sola gidip gelerek zemini temizliyordu. Bir şimşek çaktı kafasında! Akşam yemeğinden artakalan kemiklerden çok kalın olmayan uzun bir tanesini sakladı. Gardiyanlara rüşvet verip dışarıdan at ve yabandomuzu kılları getirtti. Bu kılları, kemiğin bir ucuna sıkıca sarıp bağlayarak dişlerine sürtmeye başladığında işe yaradığını görünce çok sevindi. Ama bağ hemen gevşeyip, kıllar dağılınca sevinci yarım kaldı. Sonunda başka bir yol denemeye karar verdi Haftalarca uğraşarak kemiğin bir ucuna onlarca minik delik açtı. Kılları bu deliklere yerleştirerek tutkalla yapıştırdı. 1780’de kendi soyadını taşıyan firmasını kurdu ve ilk diş fırçasını üretmeye BULAN BAIRD!İskoç biliminsanı, girişimci John Logie Baird Baird, 1925’te ilk mekanik televizyonu çalıştıran kişi. Teneke çay kutusu, dikiş iğnesi, bisküvi kutusunun içine yerleştirilmiş bisiklet lambası, kullanılmış mercek lenslerden oluşan ilk televizyon “alıcı-verici” düzeneğini kurdu. Arkadaşlarını bir sandalyeye oturtup, onların görüntülerini aktarma denemelerine başladı. Sayısız denemeden sonra 2 Ekim 1925’te Bill’in çok silik, belirsiz bir görüntüsünü almayı başardı. Hemen aşağı koşup, getir götür işlerine bakan William Taynton’ı atölyeye çıkarıp sandalyeye oturttu ve başardı. Baird, televizyonu bulmuş, William Taynton da televizyonda görünen ilk insan olmuştu. Londra’da Kraliyet Enstitüsü üyeleri ve gazetecilere bir sunum yapan Baird, halka açık ilk televizyon gösterimini de 26 Ocak 1926’da, İLK BİLGİ İŞLEM MERKEZİNİ KURAN KÖKSAL!Türkiye’nin ilk bilgisayar ve yazılım mühendislerinden Aydın Köksal 1967’de Hacettepe Üniversitesi’nin kuruluş çalışmalarına katılarak ilk Bilgi İşlem Merkezi’ni kurdu ve yönetti. 1971’de Türkiye Bilişim Derneği’ni kurdu. 1975’ te bilişsel dilbilim dalında bilim doktoru unvanını aldı. Türkçenin bir bilim dili olabileceğine inancıyla; saymak kelimesinin sayım yapmak, sıralamak, döküm yapmak anlamlarından yola çıkarak “bilgisayar” adını türetti. 1969’da Hacettepe Üniversitesi’ne ilk bilgisayar alınırken, Köksal sözleşmeye makinenin adını “bilgisayar” olarak yazdırdı. Daha sonra gazeteye verilen bir ilanda da bilgisayar adını ilk kez o kullandı. Bununla yetinmedi, bilgisayar ve yazılım alanında kullanılan tüm terimlere Türkçe karşılık bulma çalışmasına girdi. Memory yerine “bellek” dedi. Hardware yerine “donanım”, software yerine “yazılım”, processing yerine “bilgi işlem”, update yerine “günlemek”, informatics yerine “bilişim” karşılıklarını türetti. Yaklaşık 2500 bilişim terimine Türkçe karşılıklar BİLGİSAYAR PROGRAMINI YAZAN LOVELACE!Ada Lovelace Şair Lord Byron ile Isabella Byron’un kızı olarak dünyaya geldi. Ada bir aylıkken Lord Byron önce eşinden sonra İngiltere’den ayrıldı. Sonrasında Ada, babasını hiç görmedi. Annesi, Ada’nın matematiğe ve mantığa ilgisini görünce, bu yönde eğitim almasına destek verdi. 1833’te, ortak arkadaşlarından birinin evinde, dönemin en ilginç matematikçilerinden Charles Babbage’la tanıştı. Babbage, onu, yeni tasarladığı ve bilgisayara giden yolda ilk adımlardan biri olan “Fark Makinesi”ni görmeye davet etti. Fark Makine’si Ada’nın çok ilgisini çekti. Babbage da Ada’nın matematik kavrayışından ve çözümleme yeteneğinden etkilenmişti. Birlikte çalışmayı önerdi. 1842’de Babbage’ın İtalya’nın Turin Üniversitesi’nde Torina, Fark Makinesi’nin bir ileri örneği olan “Analitik Makine” üzerine yaptığı bir konuşmanın ardından İtalyan mühendis Luigi Federico Menabrea bu makineden övgüyle söz eden bir makale yazdı. Ada bu makaleyi Babbage’ın da tavsiyelerini dikkate alarak ve kendi notlarını ekleyerek çevirdi. Notlardan birinde Ada, Analitik Makine’nin düzgün çalışması için kurulmuş Bernoulli sayı dizisinin hesaplaması için Analitik Makine’nin detaylı bir algoritmasını tanımlıyordu. Bu tanımlamalar bilgisayar için yapılmış ilk yazılım örneği kabul edildi. Ada, notlarında bilgisayarların hesaplama yeteneklerinin dışında başka yetenekleri de olabileceğini örneğin Analitik Makine’nin beste yapabileceğinden de söz ediyordu…Devletten destek bulamayan Babbage, AnalitikMa kine’yi kurup çalıştıramadı. Ada’nın yazılımı da hiçbir zaman kullanılmadı ama bu, onun ilk bilgisayar programcısı olduğu gerçeğini değiştirmedi. Pİ SAYISININ YAKLAŞIK DEĞERİNİ BULAN ARŞİMET!Yunan matematikçi, fizikçi, astronom, filozof Arşimet 12 yaşında İskenderiye’de Öklid’in öğrencisi oldu. Sicilya’ya döndükten sonra kendini araştırma ve deneylere adadı. Asıl ilgi alanı matematikti ama yaşadığı dönemde, Akdeniz’de Kartacalılar, Romalılar ve Yunanlar sürekli savaş halinde oldukları için ömrü savaş ortamında geçti ve günlük sorunlarla ilgili pratik buluşlar yapmak durumunda kaldı. Siraküza kralı Hiero’nun yaptırdığı ama kızaktan karaya indiremediği bir gemiyi, bir kaldıraç düzeneğiyle indirmeyi başardı. Romalılar Siraküza’ya saldırdığında, onların gemilerini kavrayıp havaya kaldıran ve suya bırakan vinçler, gemilere kaya ve metal fırlatan mancınıklar, güneş ışınlarını bir gemiye odaklayıp yangın çıkaran aynalar gibi etkili savunma araçları yaptı. Mısır’da taşan Nil nehri sularının adil dağıtımı için “Arşimet vidası” olarak bilinen aracı geliştirdi. Sıvıların dengesi hidrostatik yasasını ortaya koydu. En tanınan buluşu, hamamda yıkanırken bulduğu suyun kaldırma kuvveti, pek bilinmeyen önemli buluşu ise pi ? sayısıdır. Babillilerin kullandığı bir yoldan giderek, bir daire içindeki çokgenin kenarlarını kullanarak pi sayısının yaklaşık değerini 22/7 olarak formüle etti. Pi sayısının matematikte ve alan hesaplamalarında sabit bir sayı olarak kullanılmasını sağladı. MS 475 civarında Çinli matematikçi Zu Chongzhi, pi sayısının değerini, sonsuza kadar devam eden 3,1415926... olarak BULANLAR HARDTMUTH VE CONTE!Avusturyalı mimar ve girişimci Joseph Hardtmuth, Fransız ressam Nicholas-Jacques ConteJoseph Hardtmuth, bir masa yapımcısının oğluydu. Çömlekler, vazolar tasarlayıp üreterek hayatını kazanıyordu. Tasarımlarını kâğıda çizebilmesi için kullanabileceği tek araç bir grafit parçasıydı. Grafit, kurşuni siyah renkli, yumuşak, kolayca toz durumuna gelebilen bir tür doğal karbondu. İz bırakma özelliğinden dolayı İngiltere’de koyun sürülerini işaretlemek için bulunmuştu. Yazmak çizmek için de kullanılıyordu ama yumuşak özelliğinden dolayı hemen eğilip bükülüyordu. Hardtmuth, grafit tozuna çeşitli maddeler karıştırarak denemeler yaptı. En sonunda kil karıştırdı; karışımı mum içine yerleştirip kuruttuktan sonra, kâğıt üstünde ileri geri oynattığında, kâğıttaki çizgileri görünce gözleri parladı. Eklediği kilin oranını azaltıp çoğaltarak daha yumuşak ya da daha sert grafit elde edebileceğini de gördü. 1792’de ilk kurşunkalem fabrikasını Conte de aynı tarihlerde grafit üzerine çalışıyordu. 1790’da, o da Hardtmuth gibi toz grafiti kille karıştırıp, balçığı fırında kurutarak kalemin ana maddesini elde etti. O yıllarda, grafit bir tür kurşun sanılıyordu. Grafitten yapılan kalemlere kurşunkalem denildi. Grafitin kurşun olmadığı sonradan anlaşıldı ama kurşunkalem adı hep BULAN NAIRNE!İngiliz optisyen, gözlükçü ve bilimsel araç-gereç yapımcısı Edward Nairne Silgiyi bulmadan önce mikroskopta kullanım kolaylığı sağlayan iyileştirmeler yapmış, bir elektrostatik jeneratör geliştirmiş ve ilk deniz barometresini bulmuştu. Silginin hammaddesi “kauçuğu” Avrupa’ya tanıtan Fransız matematikçi Charles Marie de la Condamine’di 1701-1774. Meridyenin bir derecesini ölçmek için gittiği Güney Amerika’nın Amazon bölgesinde yerlilerin, “ağlayan ağaç” dedikleri bir ağacın kabuğu hafifçe yarılınca bir özsu aktığını, bu özsuyun hemen donduğu halde yumuşaklığını kaybetmediğini görünce, Avrupa’ya dönerken yanına bu özsudan bolca almıştı. La Condamine, kauçuk özsuyunu bilim çevrelerine heyecanla tanıtmış ama tam bir ilgisizlikle karşılanmıştı. Edward Nairne onlar gibi yapmadı. Özsuyu eline aldığında, yumuşak ve esnek özelliğinden nasıl yararlanabilirim diye düşündü. Denemeler yaparken, bu özsuyun silici özelliğini fark etti. 1770’de, özel bir işlemden geçirdiği kauçuk özsuyunu kalıba dökerek sertleştirdi ve küp şeklinde küçük parçalara bölerek Londra’da satışa sundu. İz bırakmadan kolayca silme özelliğinden dolayı kauçuk silgi hemen tanındı ve büyük ilgi gördü. Silgi konusundaki esas ilerleme ise, 1839’da Charles Goodyear’ın kauçuğu kükürtle işleyerek dayanıklılığını artırması, kükürtle sertleştirilmiş vulkanize kauçuğu keşfetmesiyle oldu. Vulkanize kauçuktan yapılan silgi daha kullanışlı ve daha BULAN JANSSEN!Hollandalı gözlük ve mercek ustası Zacharias Janssen Jannsen ile teleskopu bulan cam ve gözlük ustası Hans Lippershey’le yakından tanışıyorlardı ve uzun yıllar komşu olarak yaşamışlardı. Janssen’ın mikroskobu bulduğu tarih 1600’ün hemen başları kabul ediliyor. O tarihlerde merceklerin büyütme özelliği zaten biliniyordu. Janssen, bir tüpün ya da bir borunun içine küçük bir mercek yerleştirerek ilk basit mikroskobu yaptı. Denemeler yaparken pirinç tüpün içine bir yerine iki mercek yerleştirince “bileşik mikroskop”un ilk örneğini yapmış oldu. Çıplak gözle göremeyeceğimiz mikro dünyayı gözler önüne seren bu buluşuna Zacharias Janssen’ın ne ad verdiği bilinmiyor. Galilei ise kendi geliştirdiği mikroskoba “küçük göz” adını vermişti. Galilei’nin arkadaşı botanikçi Giovanni Faber, 1625’te Yunanca mikron bir metrenin milyonda biri ve bakmak kelimelerinden yola çıkarak bu “kendisi küçük, gösterdiği büyük” alete “mikroskop” adını önerdi. O tarihten sonra Janssen’ın buluşundan mikroskop olarak söz DÖNDÜĞÜNÜ BULAN ARYABHATA!Hintli matematikçi, gökbilimci Aryabhata Matematik ve astronomi çalışmalarını içeren birçok kitabı kayıp. Kayıp kitaplarla ilgili bilgiler ise o kitaplardan alıntı yapıp yorumlayan, kaynak gösteren, kendisinden sonraki Hintli matematikçilere dayanıyor. Önce Arapçaya, daha sonra Avrupa dillerine çevrildiği için bugüne ulaşmayı başaran temel kitabı Aryabhatiya adını taşıyor. Aryabhatiya, dört bölümden oluşan, şiirsel formda yazılmış, değişik türde bir bilim kitabı. On dizelik giriş bölümü Dasagtika’dan sonra 33 dizede genel matematik konularına değinilen Ganitapada bölümü geliyor. 25 dizelik üçüncü bölüm Kalakriya pada’da, zaman ölçümü ve gökcisimleri anlatılıyor. Son bölüm Golapada’da ise Güneş tutulması ve Yer’le ilgili 50 dize bulunuyor. Matematikte bugüne ulaşmış en eski Hint kaynaklarından biri olan Aryabhatiya, cebirin büyük ölçüde kullanıldığı ilk yapıtlardan sayılıyor. Kitapta ayrıca 2. dereceden denklemlerin çözümü çalışılmış, aritmetik dizilerin formüllerle tanımlanması incelenmiş ve hareketin göreliliğine değinilmiş. Aryabhata, bilinen ilk sinüs cetvelini hazırlayarak trigonometriye önemli bir katkı sağlamıştır. Bihar eyaleti Patna yakınlarındaki Taregana Güneş Tapınağı’nda bir gözlemevi kurarak Yer’in ve Ay’ın konumlarına ilişkin gözlemler ve hesaplamalar yapmış; gökcisimlerinin periyodik olarak konum değiştirmelerinin, Yer’in kendi ekseni çevresinde dönmesinden ileri geldiğini savunmuş, böylece Aryabhata, Dünya’nın kendi çevresinde dönmesinden söz eden ilk biliminsanı olmuştur. Hindistan hükümeti, 1975’te geliştirdiği ilk uyduya Aryabhata’nın adını vermiştir. 365 GÜNÜ İLK HESAPLAYAN EUDOKSOS!Yunan astronom, matematikçi Knidos’lu Eudoksos Muğla, Datça yakınlarında, o zamanki adıyla Knidos’ta doğan Eudoksos, genç yaşlarında Atina’ya gidip dönemin en iyi matematikçilerinden, aynı zamanda yönetici ve asker olan Arhitas’ın MÖ 428-347 öğrencisi oldu. Burada Batı dünyasının ilk üniversitesi sayılan Atina Akademisi’nin kurucusu, büyük filozof Platon’la yakın dost oldu. Sonraları Mısır’da dersler verdi. Matematik dışında iyi bir hukukçu ve iyi bir doktor olan Eudoksos, astronomiyle de yakından ilgiliydi. Evreni, iç içe kürelerden oluşan bir sonsuzluk olarak tanımlarken, o dönemin sınırlı bilgisi içinde evrenin merkezinin Dünya olduğunu ve Dünya’nın hareketsiz olduğunu düşünüyordu. Gezegenlerin görünen hareketlerini açıklamaya çalışarak hareketlerinin dairesel olduklarını ileri sürdü. Eudoksos, Güneş saatine bakarak bir yılın 365 gün 6 saat olduğunu ortaya koyan ilk biliminsanı. Bu hesaplaması daha sonra MÖ 46’da Roma imparatoru Julius Caesar’ın hazırlattığı Jülyen takviminin de temelini oluşturdu. Bugün matematikte kullandığımız Arşimet aksiyomunun da temelinde Eudoksos’un ünlü, “orantılı doğrular kuramı” vardır. Buna göre, “iki doğru parçası veya iki sayı verildiğinde, en küçüğünün her zaman en büyüğünü kapsayan bir tam katı vardır.”SIFIR RAKAMINI BULANLAR; .RAHMAGUPTA, HARİZMİ, FIBONACCI!Hintli matematikçi ve gökbilimci Brahmagupta MÖ 598-670, İranlı E-Harizmi M. 780-850, İtalyan matematikçi Leonardo Fibonacci 1170-1250Rakam olarak “sıfır”ın tarihi çok çok eski. Eski Mısır’da kullanılıyordu ama rakam olarak değil, sembol olarak. Babil’de, sıfır iki paralel çizgi olarak gösteriliyor ve sembol olarak; eski Yunan’da da sembol ya da harf olarak kullanılmıştı. Brahmagupta, sıfırı rakam ya da sayı olarak kullanan ilk biliminsanı. İlk yazılı kaynak, onun MS 632’de yayımladığı düşünülen Siddhanta adlı kitabı. Yine de sıfırın rakam olarak kullanımı hızlı yaygınlaşmadı. Yüzyıl sonra Arapçaya çevrilecek ve Arap biliminsanlarını etkileyecekti. El-Hârizmî, Bağdat’ta Beyt’ül-Hikme Bilgelik Evi Kütüphanesi’nde Brahmagupta’nın yazılarını çevirerek sıfırın rakam olarak kullanılmasını İslam dünyasına tanıtmıştı. Hârizmî, aynı zamanda sıfır ve diğer dokuz rakam ile aritmetik işlemlerin nasıl yapılacağını adım adım gösteren çalışmalar da yapmıştı. Fibonacci ise rakam olarak sıfırı Avrupalılara tanıtan biliminsanı. Tunus’ta Müslümanların sıfırı rakam olarak kullanarak çok daha kullanışlı bir hesap sistemi geliştirmiş olduklarını görüp, Hârizmî’yi inceleyerek, MS 1202’de, Liber Abaci Hesaplama Kitabı adlı ünlü çalışmasını hazırladı. Sıfırın rakam olarak kullanılması ve Fibonacci’nin sağladığı yeni ondalık hesaplama sistemi Batı dünyasında tepkiyle karşılanıp hatta kullanımı yasaklandıysa da tüccarların baskısıyla yasak kalktı ve sıfırın rakam olarak kullanımı hızla YAŞINI BULAN PATTERSON!Amerikalı jeokimyacı Clair Cameron Patterson Dünya’nın yaşını hesaplama çalışmalarına Chicago Üniversitesi’nde doktora yaparken başlamıştı. Bu konuya kafa yoran ilk kişi Patterson değildi. Bilinen en eski hesaplama İrlandalı başpiskopos James Ussher’a aitti. İncil’den yola çıkan Ussher Dünya’nın doğum günü olarak MÖ 23 Ekim 4004’ü belirlemişti. Astronom Johannes Kepler, Dünya’nın yaşını 3992 yıl olarak hesapladı. İranlı El-Bîrûnî, karada fosillerin bulunmasından yola çıkarak bir hesaplama yapmaya çalışmıştı. 1770’lerde İskoçyalı kimyacı James Hutton yerkabuğundaki değişimlerle ilgili ilk jeolojik çalışmaları yaptı. 1862’de İskoç fizikçi Lord Kelvin, Dünya’nın yaşının, yaklaşık olarak, Güneş’in yaşına eşit olması gerektiğini düşünerek 98 milyon yıl rakamına ulaştı. Sonra bunu 40 milyon yıl olarak düzeltti. 1890’larda yerin mineral ve kayaçlarında mineral, taş karışımı yoğun tortular radyoaktif elementlerin keşfedilmesiyle her şeyi İngiliz nükleer fizikçi Ernest Rutherford, ABD, Glastonbury’de bir mineralin ilk radyometrik oluşum tarihini belirledi Yaklaşık 500 milyon yıl. 1946’da İngiliz jeolog Arthur Holmes, Grönland’da kurşun içeren kayaçlarda ölçümler yaptı ve 3,015 milyar yıl dedi. Bilimsel olarak son noktayı ise 1953’te Amerikalı jeokimyacı Clair Patterson koydu. Arizona’daki Canyon Diablo göktaşındaki kurşunlu minerallerin radyometrik tarihini 4,51 milyar yıl olarak hesapladı. Yerkabuğundaki granit kayaçların 4,56 milyar yıllık radyometrik yaşıyla karşılaştırarak Dünya’nın 4,55 milyar yaşında olduğunu belirledi. Bugün bilim dünyasının kabul ettiği rakam da KORUNUMU YASASINI BULAN JOULE!İngiliz fizikçi James Prescott Joule Döneminin iyi öğretmenlerinden ve kimyacı John Dalton gibi biliminsanlarından, evde eğitim aldı. Elektrik ve babasının bira fabrikasındaki buhar makineleri erken yaşlardan itibaren ilgisini çekti. Evde deneyler yapmaya başladı. 19 yaşında elektromanyetik bir motor icat etti. Mekanik hareketi ısıya dönüştürmeye çalıştı. Joule’den önce Fransız mühendis Sadi Carnot 17961831 enerji-ısı-iş ilişkisini araştırmaya başlamış, buhar makinesinin iş verimini hesaplamaya çalışmıştı. 1841’de Alman fizikçi Julius Robert von Mayer, havayı sıkıştırarak sıcaklık elde etmiş, enerjinin ısıya, ısının da kinetik enerjiye dönüştürülebileceğini göstermişti. 1843’te Joule, suda, başka bir mıknatısın kutupları arasındaki küçük elektromıknatısı döndürerek suyu ısıttı ve ısıyı ölçerek, belli bir işin yaratacağı ısıyı hesapladı. Bir elektrik devresinde, harcanan enerjiyle oluşan ısının eşit olduğunu gösterdi. Isı ve enerjinin tek ve aynı şey olduğunu ve her ikisinin de birbirine dönüşebileceğini açıklayan termodinamiğin birinci yasasını belirledi. 1852’de İskoç fizikçi Lord Kelvin’le 1824-1907 gaz ve sıvıların dar bir vanadan geçtikten sonra soğumasını ve genişlemesini tanımladılar. “Joule-Thomson Etkisi” olarak tanınan bu buluş, buzdolabı ve klimanın temel çalışma ilkesi ONARIMINI BULAN SANCAR!Türk biyokimyager Aziz Sancar İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni 1969’da birincilikle tamamladı. Bursla önce Johns Hopkins Üniversitesi’ne, ardından Texas Üniversitesi’ne gitti. Doktora danışmanı Claud S. Rupert’in laboratuvarına katılarak, daha sonra yıllarını vereceği, “DNA onarımı” konusunda çalışmaya başladı. Danışmanı Claud S. Rupert’in 1958’de fark ettiği ama bütün çabasına rağmen deneyimleyemediği fotoliyaz photolyase enzimini, kendi bulduğu “Büyük Hücre” Maxicell sistemiyle çözümlemeyi başardı. Güneş ışığındaki mor ötesi ışınların DNA molekülüne verdiği zararları onaran, pek çok canlının gelişmesi ve hayatlarını devam ettirmesinde büyük rol oynayan bu enzim, bakterilerde, bitkilerde ve birçok memeli de bulunmasına rağmen insanda bulunmuyordu. Başta kanser olmak üzere birçok hastalığa karşı mücadelede çok önemli bir yeri olan bu enzimi insana kazandırmak isteyen Sancar, yıllarca üzerinde çalışarak, enzimin genini kodladı ve genin yaptığı DNA onarıcı unsurları ayrıştırmayı başardı. Bilim dünyasının “Sancar Enzimi” diye adlandıracağı bu buluşunu, kendisi gibi biyokimya profesörü olan eşine, “Şimdiye kadar tek Allah’ın bildiği önemli bir şeyi, bütün dünyada, şimdi ben de biliyorum,” diyerek açıkladı. DNA onarımı, hücre dizilimi, kanser tedavisi ve biyolojik saat üzerine 415 bilimsel makalesi ve 33 kitabı bulunuyor. 2015 yılında kazandığı Nobel Kimya Ödülü’nü, “Beni ödüle götüren Atatürk’ün ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı eğitim devrimidir. Dolayısıyla bu ödülün sahibi Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden Anıtkabir Müzesi’dir,” diyerek ödül, madalya ve sertifikasını Anıtkabir’e teslim etti. SCHWEPPES’İ BULAN SCHWEPPE!İsviçreli Johann Jacop Schweppe Bilime amatörce bir ilgi duyan Schweppe, zamanının önde gelen kimyacılarının çalışmalarını yakından izliyordu. Bunlar arasında, İngiliz kimyacı Joseph Priestley’nin 1772’de yayımladığı kitabı Directions for Impregnating Water with Fixed Air Sabit Havayla Su Emdirme Talimatı çok ilgisini çekti. Priestley, Leeds’te vaizlik yaptığı günlerin birinde evine yakın bir bira fabrikasını ziyaret etmiş, burada mayalama teknesinin üzerinde oluşan karbondioksit tabakasıyla çok yakından ilgilenmişti. Bir mumu tekneye yaklaştırdığında mumun söndüğünü, ayrıca karbondioksit tabakasının normal havadan daha yoğun olduğu için, teknenin kenarından dibe doğru aktığını fark etmişti. Bundan yola çıkarak karbondioksiti soğuk havada çözündürme, bir kaptan diğerine dökme deneyleri yaptığında, karbondioksit balonlarıyla doyurulmuş suyun hoş, değişik bir ekşiliği olduğunu fark etti. Priestley’nin bir noktaya kadar getirdiği suyun karbondioksitlenmesi denemeleri Schweppe’in çok ilgisini çekti. 1780’lerde kuyumculuk işini bırakıp Priestley’nin yolunu izlemeye başladı. Suyu karbondioksitlendirmek için dönemin çok ilerisinde sistem geliştirdi. 1783’te Cenevre’de ilk fabrikasını kurarak “Schweppes” adıyla tanınacak olan gazlı içeceği üretmeye HASTALIĞINI BULAN BEHÇET!Türk cilt doktoru Hulusi Behçet Gülhane Askerî Tıp Akademisi Cildiye Bölümü’nde birçok değerli doktorun asistanlığını yaptı. Özellikle frengi araştırmaları yapan Eşref Ruşen’le çalıştı. Cildiye ve mikrobiyoloji kliniklerinin şefliğini yürüttü. 1918’de Macaristan ve Alm anya’ya giderek çeşitli hastanelerde araştırmalar yaptı. 1924’te Hasköy Zührevi Hastalıklar Hastanesi’nin başhekimliğini üstlendi. Burada bir hastanın, göz kanlanması, ağızda yinelenen aftlar ve ciltte yara belirtileriyle kendisine başvurması üzerine, daha sonra kendi adıyla anılacak cilt hastalığı üzerinde çalışmaya başladı. Hasta gözünü kaybedince, Viyana’ya giden Behçet Hulusi, burada Viyanalı uzmanlarla bulguları değerlendirdi. Viyanalı doktorlar hastalık bulgularını, başka bir hastalığın yan etkisi olarak görürken Hulusi Behçet aynı kanıda değildi. 1930’da, ağız bölgesinde ve cinsel bölgede yaralar ve bir gözünde kanlanma olan başka bir hasta üzerinde çalışmalarını sürdürdü. Hastada tüberküloz, mantar, frengi ya da başka bir etken aradı ama bulamadı. 1936’da bir başka hasta aynı belirtilerle ona başvurunca, o yıllarda Türkiye’de görevli Çek kökenli Alman mikrobiyoloji ve asalaklar uzmanı Hugo Braun’ın yardımıyla virüs araştırmasına başladı. Elde ettiği bulguları 1937’de, dönemin en önemli dermatoloji dergilerinden biri olan Dermatologische Wochenschrift’de yazdı ve aynı yıl Paris’te dermatoloji toplantısında sundu. 1947’de Cenevre’de toplanan Uluslararası Tıp Kongresi’nde, hastalığın bir virüsten kaynaklandığını bulgularıyla ortaya koydu. Kongre, Hulusi Behçet’in görüşlerini onaylayarak hastalığa onun adını MAKİNESİNİ BULAN HOWE!ABD’li makine tamircisi Elias Howe Erken yaşlarda mekanik alanında, özellikle tekstil makinelerinin tamirinde kendini yetiştirdi. Elias Howe, dikiş makinesi üzerine düşünen ilk kişi değildi. Avusturyalı terzi Josef Madersperger bir dizi makine için 1814’te patent almış ama bunların üretimini gerçekleştirememişti. 1830’da Fransız Barthélemy Thimonnier, nakış makinesini basit bir dikiş makinesine çevirerek ordu üniformalarını dikmeye başlamıştı. El dikişi işlerini kaybedeceklerinden korkan terziler atölyeye saldırıp makineleri parçaladı. Canını zor kurtaran Thimonnier, İngiltere’ye kaçmak zorunda kalmıştı. Amerika’da Walter Hunt, 1833 yılında, çift dikiş yapan bir makine yaptı; ama bazı mekanizma sorunlarını gideremediği için başarısız oldu. Elias Howe, tamir işlerine devam ederken... kendisine tamir için tekstil makineleri getiren müşterilerinin konuşmaları dikkatini çekti. Müşteriler kendi aralarında, kim iyi bir dikiş makinesi yaparsa çok zengin olacağından söz ediyorlardı. Mekanik becerisine güvenen Howe, böyle bir makine yapabileceğini düşündü ve çalışmaya başladı. 1846’da bugünkü anlamda ilk dikiş makinesini yapmayı başardı. Ama makineye yatırım yapacak kimseyi bulamadı. Kendi atölyesinde yaptığı birkaç makineyi İngiltere’ye götürüp çok ucuza satmak zorunda kaldı. Amerika’ya döndüğünde Isaac Singer’in daha sonra dikiş makinesi devi olacak kendi makinesini kopya ederek satmaya başladığını öğrenince dava açtı. Uzun bir dava sürecinin sonunda 1954’te davayı kazanan Howe, patent kiralama ücreti almaya başlayarak maddi açıdan biraz olsun rahatladı. BUZDOLABINI BULAN LINDE!Alman tasarımcı, makine mühendisi ve işinsanı Carl von Linde 1872’de tasarımcı makine profesörü oldu ve Almanya’da ilk mühendislik laboratuvarının kurulmasına öncülük etti. Bu laboratuvarda, kendisinden önce yapılmış buluşlardan da yararlanarak havanın sıkıştırılması ve ayrılması konusunda deneyler yapmaya başladı. Linde’den önce, 1775’te, İskoç kimyacı William Cullen 1710-1790 basınç altında nitrik eteri buharlaştırarak çeşitli derecelerde dondurmayı başarmıştı. ABD’li fizikçi Jacob Perkins de 1766-1849, Cullen’ın çalışmalarından yararlanarak 1831’de su borulu kazanı, 1834’te ise modern buzdolabının ilk prototipini yapmıştı. Ama Perkins’in buluşundan sonra soğutma sistemleriyle ilgili gelişmeler, bugünkü buzdolabına doğru değil de endüstriyel soğutmaya doğru evrildi. Linde, araştırmalarını gazların soğutulması alanında yoğunlaştırırken havanın sıvılaştırılması deneylerinde Joule-Thomson ikilisinin bulduğu gazların, “sıcaklık değişiminde hacimlerinin artması veya azalması” özelliğinden genleştirerek soğuttuğu bir gazı, bir başka gazın sıcaklığının düşürülmesinde kullandı. Bu ikinci gazı sıkıştırıp genleştirerek daha düşük sıcaklıklara inmeyi, bu kademeli soğutma tekniğiyle havayı sıvılaştırmayı, daha sonra sıvı havayı yeniden gaza dönüştürmeyi kapalı sistem borular içinde yaparak buzdolabının içini soğutmayı başardı. Bu yöntemle daha önce yapılmış soğutma makinelerinin teknik yetersizliklerini aşarak, 1874’te metil eterle, 1876’da ise sıkıştırılmış amonyakla çalışan buzdolabını yaptı. 1879’da üniversiteden ayrılıp kendi fabrikasını kurdu ve buluşunu üretmeye BULAN CRISTOFORI!İtalyan, klavyeli enstrüman üreticisi Bartolomeo Cristofori Büyük keman yapımcısı Nicola Amati’ye çıraklık etti. Enstrüman yapımında ustalaşması, özellikle klavsenlerde yaptığı iyileştirmeler dikkati çekince Prens Ferdinando de Medici tarafından işe alındı. Prens tam bir müzik âşığıydı ve Cristofori’yi koruması altına alarak ona bir atölye kurulmasını sağladı. Floransa’ya taşınan Cristofori, prensin enstrümanlarıyla ilgilendi, eski klavsenler üzerinde iyileştirmeler yaptı. Bu arada iki yeni klavye enstrümanı, spinettone’yi ve cembalo’yu klavsen geliştirdi. 1709’da, Fransız klavsen yapımcısı Jean Marius ve Alman müzikçi Christoph Gottlieb Schröter tarafından yeni geliştirilen çekiç düzeneğini klavsene uygulayan Bartolomeo Cristofori, piyanoyu yaptı. Yeni bir enstrüman olarak ortaya çıkan piyano düzeneğinde küçük çekiçler, o çekiçleri harekete geçiren kaldıraçlar ve tellerin titremesini durduran susturucu çuha bölümleri bulunuyordu. Piyano da aslında klavyeli bir çalgıydı ama ses renkleri ve çalış tekniklerinde farklılıklar vardı. Klavsende teller bir mızrapla titretilirken piyanoda çekiçle vuruş esastı. Hem hafif hem de yüksek ses elde edilebilen bu yeni enstrümana İtalyanca “hafif ve kuvvetli” anlamına gelen piano e forte dendi. Cristofori’nin toplam ne kadar piyano yaptığı bilinmese de, yaptığı üç piyano günümüze kadar BANDI BULAN DREW!Amerikalı laboratuvar teknisyeni Richard Gurley Drew 1921’de laboratuvar teknisyeni olarak işe alındığında, 3M Şirketi Amerika’nın orta büyüklükte bir zımpara kâğıdı üreticisiydi. Richard Drew, işi gereği zaman zaman araba boyama fabrikalarına uğruyor, arabaların boyanması sırasında yaşanan güçlükleri yerinde görüyordu. Sık yaşanan sorunların başında, iki renge boyanacak arabalarda, renklerin ve tonların birbirine karışması geliyordu. Drew, çalışmaya başladı. Öyle bir kapatıcı malzeme üretmeliydi ki, zemine yeteri kadar yapışmalı, çekildiğinde de zemine zarar vermeden kolayca sökülmeliydi. Tutkalın yapışma gücü ve destek kâğıdının dayanıklılık ve genişliğiyle oynayarak denemelere başladı. 1923’te geliştirdiği ilk maskeleme bandı daha iş tamamlanmadan arabanın üstünden sıyrılıp düşünce, sinirlenen ustalardan biri, Drew’a, “Bu bandı senin scotch patronlarına geri götür ve daha fazla yapışkan sürmelerini söyle!” diye çıkıştı. Buradaki gibi hakaret amaçlı kullanıldığında “pinti” anlamına gelen scotch’ı, Drew daha sonra yapışkan bantların marka adı olarak kullanacaktı. En son geliştirdiği yapışkanlı kapama bandı, 1925’te piyasaya sunulduğunda kuşkuyla karşılandı. Ama sağladığı kolaylıklar hemen fark edildi ve boyama fabrikaları arka arkaya sipariş vermeye başladı. Drew, denemelerini sürdürerek, 1930’da ev ve çalışma ofislerimizin vazgeçilmezleri arasına giren şeffaf selüloz bandı da buldu.
bir buluş hikayesi ödev kısa