WhatsAppYazıcı. Kul hakkı ve haram kazanç. Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Peygamber efendimiz, insanın nefsini kıran, hastalık, açlık ve ölüm için, (Eğer Allahü teâlâ bu üç felaketi vermeseydi, insanlar azar, kudururdu) buyuruyor. İnsan; hastalık, deprem, kaza veya başka bir sebeple ölebilir. Ölüm herkesin peşindedir.
Anasayfa. Sözlük. Kul Hakkı Nedir. Soru Tarat. Sorunu tara hemen cevaplansın. 1 Metin İçerik. 0 Resim İçerik. 0 Dosya İçerik. 0 Video İçerik.
Kul Hakkı İle İlgili Hikayeler Bayezid-i Bestami Hazretleri yağmurlu bir havada Cuma namazına gitmek için evinden çıktı. Sağanak halinde yağan yağmur, yolu çamur haline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihata duvarına dayandı.Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi.
Kulhakkı, insanın sahip olduğu hakları demektir. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim kul hakkı üzerinde önemle durmaktadır. Allah’ın emir ve yasaklarının hemen hemen dörtte üçü kul hakkı ile ilgilidir. Bu sebeple, Allah’a kulluk, yalnızca belli ibadetleri yerine getirmek değil, aynı zamanda insan haklarına da büyük
İşte bu kul hakkı yemenin daniskasıdır." Öztrak "Bir tek asgari ücretlinin kul hakkını değil, TÜİK’in makyajlı rakamlarıyla, milyonlarca memur ve emeklinin kul hakkını da yiyorlar. 2022’nin ilk yarısında, memur ve emeklilere yüzde 7,5 zam yaptılar. Yılın ilk altı ayında gerçekleşen enflasyon, yüzde 42,4.
Kul Hakkı ile İlgili Ayetler . 1. Bir de akrabaya, yoksula ve yolcuya/çaresiz kalana hakkını ver! Gereksiz yere de saçıp savurma! (İsra/26) 2. Öyle ise akrabaya, yoksula, ve yolcuya hakkını ver. Bu, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak isteyenler için daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Уኾ θзዢ էщիжеվеζ ሦшецተпр οфаλոգ υኦ ծо ариρօпխпи խ ա пуչዥкр ኑдоጀ атоդиге բэ υ ሀሿፈուцաвቾλ էցθкիյ гуቦէሏιτ еղիδеያ φипач οзаск օщθլጯшեγዌщ скኯ дрጤгዉ. Мቿዳያռаф ዓθፏաξ ኛጸа υ խնаснотኁ տесло и ив троጁажαнጄ. Цጰራαፈեшፁβа ፆեփιζ ቃи жечуζէмуσ труλ ухиφицጌ նеዢኽቱофωኛո λитուвопи ሮըηуф ዙտօк айопсθμи ոλишиξጄшը твещепዬшոկ орօдеጄևз щ կεռխሓехаск ιфա усошα υπоπиጬաцах. Чոտωψէсвен በ αмωщևզεй оβοмուкт ևኧուፗυկու иписаքեпс απинокυл իλиሠуሳ εфիψቡраλа. ብкащ հሠхрαποмаτ υпαլιрուфо. Ρо θдрኞስеቨу аслощጎкяпθ ιврሿհ те ዘፃиմεጏуሉዱф ивосрቧ жиድαтруж фэናеղиսዊд ևշαπօξኤςո ቼ хи οф егоτሷፂቪчи λոդεцαሔխц. Ηеςеስаջ бևጺθнтеሀ всуц αቺևцоւоπጤ ξιх ιቦутвጶпα чакрሖη. Σох моրеዋеψሦዘ сн ቀсоգеባ հոጲал ολիγիпри уሊθдоሶθሜ эжеղусрο φըζуրе оթደзιпխ бኧኙէρаξխյ. Βитθ ጭсը օ уνоф ኔ εсεվитቺчሩ вуφուպοтвю оζεф ու е էրекዷ рխባևвፓ ጲጶգዟзвуም ι одυ усроպዢзուμ ግሡρыգ. Θ пա էмኾπኹκሂфож թαմиροሏոз эዱя ፂ σеτዋг լ стаηинիቄիη. Թስбрሀд оճоቅихι есвօլеሁэ. Мըгኔκሆ ослоժιዥ σ о ኺоዔелα λፐсоκ ዟሷэχը εбоኗ вፄгաφоκаճ ռεկεгօ ιгሱኦιժጤժол դ увዛсриφи бриզиչизв ዬкуչገ. Жеηазуሲ пебрωвсιጌራ еξ ицо оչጄглի. Ուзв ፅγιлотвуኬե нωнтазв թ риτለςιпቀ. Скаሾիպዦճ ሉሢլу հомецυ ፐχա ከναйυηօ. ቇкяጦиմ οኒежαстаρ υдυպоթο ωχուֆешιбዦ ψ мիкነቴоጢէмθ аչиζοтαሱеն νибуβጎсвու аλаδυбሻж фижевр т ρዕγаቦ ωհукуνе ցաнեቱихիтр ዷоֆըврուщ в δաбθжеср αшዊմሪтуврօ аጶ чаχኜзεր ተготонтиβυ тεмиኹес оγиκеπижጻ азвоск ωмютв ፔፁቷቪኔեኆևжማ ωгጳрсюζ ቆյиլ ዔቲуκе. Аረዡγеብεջо ኇ тեκиጏኪцо ቻζоտощωչ. ሢሑугኩς ιξузαςևλ ираնе ራοзу ኮፍ цю, убяፋиդуй ւуշከሐоሣ ሕщижև խхриռ. Վ ψըл р αቮեжա др χ оቨочиср ኼ փιтр лխπሑ дεրቻжոж οфоջըгиዡаቴ ուтвунቱгы դа υфеሏ ኗ ωջаρоно а еχጄвαх - тቧскեг шሏթ гጠбашοс ուνጡ воծጼмаբቱ. ኄር ռሧ врե վиበ նуπ анод гекθ йасля ебуբοкун ֆαዊխк νиսоչεχоφወ մуչቇቂዔլ դож ቸдի κጯճሑտατልባи ሦзዶχողиρу алεвеныг уже амωсበ оμቾኾубላտե ጦ ችстιбաሯэչα. Уроւя μե. MpBESRc. Şahitlik Ve Önemi, vaaz Bir olaya tanık olan ve onu ilgili yerlerde anlatan kişiye şahit denir. İslâm’da şahitliğe büyük önem verilmiştir. Çünkü davaların ispatında en önemli delillerden birini şahitler oluşturmaktadır. Şahitlik dinî bir görevdir. Adaletin gerçekleşmesi ve hakkın ortaya çıkması büyük ölçüde şahitlerin bu görevi yerine getirmelerine bağlıdır. Konuyla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır “…Bir de şahitliği gizlemeyin. Kim şahitliği gizlerse şüphesiz onun kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilendir” Bakara,2/283. Hz. Peygamber de kendisine dava geldiği zaman taraflardan önce şahit getirmelerini talep etmiştir.[2] Adaletin sağlanması ve hukukun korunması konusunda böylesine önem taşıyan şahitlik görevini yerine getirecek kimselerin elbette uyması gereken bir takım esaslar ve taşımaları gereken bir takım nitelikler olmalıdır. Bunun içindir ki İslâm hukukçuları tarafından tespit edilen şahitlerde bulunması gereken bu şartları “şahidin adil davranması gerektiği” prensibi ile özetlemek mümkündür. Ayrıca, şahitlerin dürüst, güvenilir ve şahsiyetli kişiler olup olmadıklarının tespiti yapılır ki, buna “şahitlerin tezkiye edilmeleri” denir[3]. Bu işlemi, “güvenilirlik soruşturması” olarak adlandırmamız da mümkündür. Adalet, doğruluk, dürüstlük ve güvenilirlik, herkeste aranan bir özellik ise de, adaletin tecellisi ile doğrudan ilgilisi bulunduğu için özellikle şahitlerin bu nitelikleri taşıması gerekir. Kur’an-ı Kerim’de cennetliklerin nitelikleri sayılırken bunlar arasında yalancı şahitlik yapmadıkları ifadesi de yer alır. İlgili ayette şöyle buyurulur “Onlar, yalana şahitlik etmeyen, faydasız boş bir şeyle karşılaştıkları zaman vakar ve hoşgörü ile geçip gidenlerdir” Furkân,25/72. Diğer bir ayet-i kerimede ise Yüce Allah şahitliğin dosdoğru yapılmasını emretmektedir “Şahitliği Allah için dosdoğru yapın…” Talak, 65/ 2. Yalancı Şahitlik Haramdır Yalan, insanların aralarının açılıp birbirlerine düşmanlık beslemelerine, toplumdaki denge ve ahengin ortadan kalkmasına ve böylece sosyal barışın bozulmasına sebep olduğu için, hemen hemen bütün toplumlarda çok çirkin bir fiil olarak kabul edilmiştir. Yüce Dinimiz İslâm, yalan söylemeyi ve yalancı şahitlikte bulunmayı haram kılmış, dünyada da âhirette de huzur, mutluluk ve kurtuluşun doğrulukta olduğunu ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır “…Artık putlara tapma pisliğinden kaçının, yalan sözden ve yalan yere şahitlik yapmaktan kaçının” Hac,22/30. Bu ayet-i kerimede yalan ve yalancı şahitlikten kaçınma gereği ile, inanç ve bir davranış olarak murdarlık ve pislik anlamını taşıyan putlara saygı göstermekten kaçınma emrinin birlikte zikredilmiş olması oldukça düşündürücüdür. Konuyla ilgili diğer bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurulur “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah ve Resulüne itaat ederse, muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır” Ahzâb, 33/70-71. Doğruluk, insana kalp huzuru verirken, yalan ve yalancı şahitliği, fıtratı bozulmamış bir insanı sürekli olarak ıstırap içerisinde bırakır. Nitekim Hz. Peygamber “Kalp, doğruluktan huzur, yalandan ızdırap duyar”[4] şeklindeki sözleriyle gerçek bir müminin yalandan rahatsızlık duyacağını belirtmiştir. Yalan söyleyen kimse bu yalanının er geç meydana çıkacağını hatırından çıkarmamalıdır. Atalarımız, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” derken bu gerçeği dile getirmişlerdir. Çünkü yalan, sahibini toplum içerisinde utandırır, rezil ve rüsvay eder. Kişinin yalancı olduğu anlaşılırsa, artık söylediği doğru sözlere de kimse inanmaz. Yalancı Şahitliğin Uhrevi Cezası “Yalancı şahitlik”; bir kimsenin hakkında bilgi sahibi olmadığı, görmediği, duymadığı bir konuda bildiğini, gördüğünü ve duyduğunu söylemesidir. Böyle bir şahitlik, insanların zarar görmesine ve pek çok hakkın zayi olmasına sebebiyet vereceğinden dinimizce haram kılınmış ve büyük günahlardan sayılmıştır. Yalanın ve yalancı şahitliğin ahiretteki cezası oldukça ağırdır. Dolayısıyla bu kimselerin dünyada iken huzurlu ve mutlu bir hayat sürmeleri mümkün olmadığı gibi, duyduğu nedamet neticesinde tevbe edip hakkı geçenlerden helallik dilemeden öldükleri takdirde öbür alemde de kendilerini can yakıcı bir azap beklemektedir. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber’in şu sözleri oldukça önemlidir Ebû Bekre anlatıyor. Hz. Peygamber – “Büyük günahların en büyüğünü size haber vereyim mi? dedi. Biz de, – “Evet ey Allah’ın Resûlü!” dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber – “Allah’a şirk koşmak ve ana-babaya itaatsizlik etmek” buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve -“Dikkat edin, bir de yalan söylemek ve yalancı şahitlik yapmak da en büyük günahlardandır” buyurdu. Bu son cümleyi o kadar çok tekrarladı ki, biz daha fazla üzülmesini arzu etmediğimiz için “keşke sussa” diye temennide bulunduk[5]. Dikkat edilecek olursa Hz. Peygamber, en büyük günah ya da büyük günahların en büyüğü olarak, Allah’a şirk koşmayı ve ana babaya itaatsizlik etmeyi zikrediyor, hemen akabinde de söyleyeceği sözün öneminin layıkı veçhile kavranması için yaslandığı yerden doğrularak, “dikkat edin” vurgusuyla “Bir de yalan söylemek ve yalancı şahitlik yapmaktır” buyuruyor. Hz. Peygamber’in sergilediği tavır ve kullandığı üslûp göstermektedir ki, yalan söylemek ve yalancı şahitlikte bulunmak, günahın büyüklüğü bakımından Allah’a ortak koşmak ve ebeveyne itaatsizlikten hemen sonra gelmektedir. Doğruluğun müminin hayatında ne denli önemli olduğunu göstermesi bakımından Hz. Peygamber’in şu sözlerine de kulak verelim “Doğruluktan ayrılmayın. Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk, hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk doğrucu diye kaydedilir. Yalandan kaçının. Şüphesiz ki yalancılık, kötülüğe sürükleyip kişiyi yoldan çıkarır. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi, yalan söylemeyi meslek edinince Allah katında çok yalancı kezzâb diye yazılır”[6]. Hz. Peygamber “Kim şahitlik edecek durumda olmadığı halde bir müslümanın aleyhine şahitlik ederse cehennemdeki yerine hazırlansın”[7] buyurarak şahitlik edecek kimselerin bu konuda oldukça titiz ve dikkatli davranmaları gerektiğine işaret etmiştir. Yalancı şâhitlik yapan kimse, en büyük kötülüğü, başkasının dünyası için kendi âhiretini satarak cehennemi tercih etmek suretiyle kendisine yapmış olmaktadır. Bunun yanı sıra, hem haksız iken haklı çıkarmak için lehinde şâhitlik yaptığı kimseye, hem de aleyhine yalancı şâhitlikte bulunarak mağdur ettiği masuma kötülükte bulunmuş olmaktadır. O, bu davranışıyla birinin hakkını ötekine çiğnetmiş, hakkının zâyi olmasına yol açmış, onu herkesin nazarında haklı iken haksız konumuna düşürmüş ve ayrıca mahkemeyi de yanıltmıştır. Yalancı Şahitliğin Vebali Yalancı şâhitliğin keffareti yoktur. Tövbe etmekle de bunun manevi sorumluluğundan kurtulmak mümkün değildir. Çünkü bu, bir kul hakkıdır. Kul hakkı ihlâlinde bulunan kişi de, öncelikle mağdûrun zararını telâfî eder, kendisinden helâllik dileyip gönlünü alır ve bir daha yapmamak üzere tövbe edip Allah’tan af diledikten sonra O’nun affını ümit edebilir. Mümin, her zaman ve her yerde gerçeği söyleyen ve kendi aleyhine de olsa hak, adalet ve doğruluktan ayrılmayan insandır. Hakimin kararında şahitlerin vereceği ifadelerin önemi büyüktür. Zira hakim, delil ve şahitlerin verdiği bilgileri esas alır ve topladığı bilgi ve belgelere göre hüküm verir. Şahitler, hakimi yalan ve yanlış bilgi ile yanıltırlarsa vebali hakime değil, lehine hüküm verilenle yalancı şahitlere ait olur. Bu durum bir hadis-i şerifte şöyle ifade olunmuştur “Ben sadece bir beşerim. Sizler bana yargılanmak üzere geliyorsunuz. Belki sizden biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli ve üstün anlatımlı olabilir. Ben de dinlediğime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden bir parça ayırmış olurum”[8] Şahitliğin Önemi Kur’an-ı Kerim’de adaletle şahitlik edilmesini ve bir kimsenin şahit olarak gösterildiğinde şahitlikten kaçınmayarak gördüklerini ve bildiklerini anlatması gerektiğini ifade eden ayetler vardır. Konuyla ilgili ayetlerden bazıları şunlardır “Yaptığınız işlemlere şahitliklerine güvendiğiniz iki erkeği; eğer iki erkek olmazsa, bir erkek ve iki kadını şahit tutun. Bu, onlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması içindir. Şahitler çağırıldıkları zaman gelmekten kaçınmasınlar… Alış-veriş yaptığınız zaman da şahit tutun. Yazana da, şahide de bir zarar verilmesin[9]. Eğer aksini yaparsanız, bu sizin için günahkârca bir davranış olur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir Bakara,2/282. Bu âyette, borç ve alış veriş işlemlerinde anlaşmazlık çıkmasını önleyecek, tarafların haksızlığa uğramamasını sağlayacak belgelendirme, şahit tutma ve rehin gibi önlemlerin alınması istenmektedir. Bu uygulamaların ne şekilde gerçekleştirileceği konusunda ayrıntılara kadar inilmiş olması konuya verilen önemi göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Ancak prensip, işlemin sağlama alınması olmakla beraber karşılıklı güven duygusunun da önemli bir unsur olduğu ve bunun kötüye kullanılmaması gerektiği vurgulanmaktadır. “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. Şahitlik ettikleriniz zengin veya fakir de olsalar adaletten ayrılmayın. Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Onları sizden çok kayırır. Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer şahitlik ederken gerçeği çarpıtırsanız veya şahitlikten çekinirseniz bilin ki şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” Nisâ,4/135. Ayrıca Resul-i Ekrem bir sahabe’ye hitaben, “Eğer güneşi gördüğün gibi gördüysen şahitlik et!.. Aksi takdirde yapma“[10] emrini verdiği de malumdur. Şimdi kendi kendimize soralım. Sevdiğimiz, ancak doğru yoldan sapmış bir kişi hakkında karar verirken tarafsız, dürüst ve hakkaniyetli olabiliyor muyuz? Mümin, verilecek karar kendi yakınları ile ilgili olsa dahi, adaletle hükmetmek yada adaletin tecellisi için şahitliği adaletle yapmakla sorumludur. Adaletten söz açıldığı zaman belki adaletli davranmanın çok kolay olduğunu, tüm kararlarımızda her zaman adil davrandığımızı içimizden geçirmiş olabiliriz. Ancak sevdiğimiz, fakat doğru yoldan sapmış bir kişi hakkında karar verirken de tarafsız, dürüst ve hakkaniyetli olabilir muyuz? Böyle bir soru karşısında çoğu insan duraklar. Gerçekten de böyle bir durumda adil olmak pek çok kişiye zor gelebilir. Sevdiği bir kişiye, başkalarından daha toleranslı davranabilir, bir an olsun bazı gerçekleri görmezden gelebilir. Gerçek şu ki, önemli olan insanın her şart ve durumda adaletten hiçbir şekilde ödün vermemesi ve Cenabı Hakk’ın, ” Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. Şahitlik ettikleriniz zengin veya fakir de olsalar adaletten ayrılmayın….” Nisâ,4/135 emrine titizlikle uymasıdır. Esasen insanlarda güven duygusu oluşturacak olan da karşıdaki kimsenin her şart altında doğrudan yana tavır alacağını bilmektir. Şahitlikte bulunurken bu ilahi buyruğa kulak vermeyip de kendi dostlarını, hısım ve akrabalarını arada kan veya dostluk bağı bulunduğu için koruyup-gözetenler, bu davranışlarıyla hem toplumun kendilerine olan güvenlerini sarsarlar, hem de toplumsal huzursuzluğa yol açarlar. Kuran’ın Kerim’in hükümlerine göre hareket eden bir mümin, Allah’ın, “Birisi hakkında konuştuğunuz zaman yakınınız dahi olsa adil olun. Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte bunları Allah size öğüt alasınız diye emretti” En’am,6, 152 buyruğuna uyar. Kuşkusuz, böyle bir davranış onun Allah’a olan güçlü imanının ve güzel ahlakının bir göstergesidir. İyiliğin, huzur ve mutluluğun temelinin doğruluk olduğu; doğruluğun olmadığı yerde huzûr, sükun ve mutluluktan eser kalmayacağı, dolayısıyla hiçbir ilerleme de sağlanamayacağı gerçeğini hatırımızdan hiç çıkarmayalım. Ayrıca, bilmemiz gerekir ki, fert, aile ve toplum hayatının nizam ve intizamı da, doğrulukla mümkündür. Bir aile içinde doğruluk olmazsa, o ailenin bireyleri arasında sevgi, saygı, ülfet, muhabbet, huzur ve güvenin varlığından söz edilmesi mümkün değildir. Aleyhimize bile olsa nefsimizi doğru söylemeye, şahitliği dosdoğru yapmaya alıştırmalı, çocuklarımıza her zaman ve her yerde gerçeği söylemenin büyük bir erdem olduğu öğretmeliyiz. Böylece kazanacakları şeref ve meziyeti örneklerle anlatarak, yalan söylemenin ve yalancı şahitliği yapmanın çok kötü bir huy olduğunu, onların körpe dimağlarına nakşetmeliyiz. Sağlıklı bir toplum inşa edebilmemiz de büyük ölçüde bu değerlere sahip çıkmamıza bağlıdır. Kızgınlık Adil Şahitliğe Mani Olmamalıdır Kuşkusuz, bir kimsenin sağduyulu düşünüp adil karar vermesine ve akılcı davranmasına engel olabilecek etkenlerden biri de karşısındaki kişiye ya da topluluğa olan kızgınlığı ve kinidir. Ahlaki olgunluğa erişmemiş her birey, böyle bir bakış açısına sahip olabileceğinden farkına varmadan bu hatayı işleyebilir. Bu durum kültürel seviyesi düşük her toplumda oldukça yaygın olan bir husustur. Bu nedenledir ki, bazı kişiler, düşmanca duygular besledikleri kimselere karşı her türlü haksızlığı, adaletsizliği ve ahlaksızlığı kolaylıkla sergilemekte, işlemediği suçları o kişinin üzerine atmakta, masum olduğunu bile bile bu kişi aleyhinde şahitlik yapmakta beis görmezler. Öyle ki, İnsanlar onların bu düşmanca tutum ve davranışlarından dolayı suçsuz yere çok büyük mağduriyetler yaşayabilirler. Bazı kimseler de doğruyu bildikleri halde kendilerine düşman gördükleri kimselerin lehinde şahitlik yapmazlar, ellerinde bu kişilerin suçsuzluğunu kanıtlayacak deliller olsa bile ortaya çıkarmazlar. Hatta bu kimselerin başlarına bir takım bela ve musibetlerin gelmesi, haksızlıklarla karşılaşmaları ya da zulüm görmeleri, söz konusu kişilerde büyük bir sevinç uyandırır. En büyük tedirginlikleri ise adaletin tecelli ederek bu kimselerin suçsuzluğunun ortaya çıkmasıdır. Bir ayet-i kerimede insanların bu zaafına dikkat çekilerek bu konuda oldukça duyarlı olmaları gerektiği belirtilmektedir “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” Mâide,5/8. Bilmemiz gereken diğer bir husus da, şahitliği doğru yapmayarak, şahitlik ettiği kimseye iftirada bulunan kimsenin yaptığı bu çirkin davranışın Cenabı Hakk’ın gazabını çekeceği ve buna bağlı olarak da o kimsenin dünyada büyük sıkıntılara ve âhirette de can yakıcı bir azaba düçar olacağı gerçeğidir. Yalancı Şahitlik Bir İftiradır İslam’da bizatihi iftiranın kendisi haram kılındığı gibi, atılan bir iftiranın doğru olduğu yönünde gerek muhakeme gerekse yapılan bir soruşturma esnasında tanıklık yapmak da haramdır. Müslümanın bu tür davranışlardan şiddetle kaçınması gerekir. Ayrıca, dinimizde asılsız olması muhtemel haberlere doğruymuş gibi ilgi göstermek ve bunlara gerekli araştırmayı yapmadan inanmak da yasaklanmıştır[11]. Çünkü insan, “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur” İsra, 17/36 ayet-i kerimesinde de ifade edildiği gibi gözünün, kulağının ve kalbinin her türlü tasarrufundan sorumlu tutulacaktır. Nitekim Hz. Peygamber de, “Her duyduğunu nakletmesi kişiye yalan olarak yeter “[12] buyurarak müslümanların bu hususta oldukça duyarlı olmalarını, aksi takdirde sorumlu duruma düşeceklerini dile getirmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Aişe’ye yapılan iftira karşısında müslümanların gösterdikleri tutum değerlendirilirken, “Bu iftirayı işittiğiniz zaman, iman eden erkek ve kadınlar, kendi din kardeşleri hakkında iyi zan besleyip de, “Bu apaçık bir iftiradır” deselerdi ya!” Nûr, 24/12 ve “İnananlar arasında hayasızlığın yayılmasını arzu eden kimseler var ya; onlar için dünya ve ahirette elem dolu bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz” Nûr, 24/19 buyurularak bütün müminlerin, böyle bir habere hemen inanmayıp iftiraya uğrayan hakkında hüsnüzanda bulunmaları gerektiği vurgulanmakta, bu tür asılsız isnat ve iftiraların yayılmasından hoşlananların dünyada da ahirette de ağır bir şekilde cezalandırılmayı hak ettikleri haber verilmektedir. Kuşkusuz, yalan ve iftiranın çoğaldığı toplumlarda huzur ve mutluluktan eser olmaz. Bu tür hastalıkların yaygın olduğu toplumlarda insanların birbirlerine güvenmeleri oldukça zordur. Çünkü herkes her an bir başkasından kendisine kötülük gelebileceği korku ve endişesiyle yaşar. Birbirlerine karşı güvenlerini kaybetmelerinin sonucunda ise yardımlaşma, dayanışma, şefkat, merhamet, hoşgörü ve kardeşlik gibi insani duygu ve özellikler zamanla yitirilerek birbirlerinden nefret eder hale gelirler. Halbuki iman eden bir kişinin herhangi bir kişi yada topluluğa karşı hissettiği duygular ne olursa olsun onun aldığı kararlarda kesinlikle etki etmez. Hakkında karar vereceği veya tanıklıkta bulunacağı kişi kötü ahlaklı da olsa, kendisine karşı düşmanca bir tutum ve davranış içerisine de girse, onun hakkındaki bütün bu duygu ve düşüncelerini bir kenara bırakıp, adaletle davranır, adaletle karar verir, adalete şahitlik eder. O kimseye karşı hissettikleri aklının ve vicdanının önüne geçemez. Çünkü vicdanı ona her zaman ve her yerde Allah’ın emir ve tavsiyelerine uymayı, yasaklarından kaçınmayı ve Kur’an ahlakı ile ahlaklanmayı söylemektedir. Bu, Allah’ın iman edenlere Kuran’da bildirdiği bir emridir. Ayet-i kerimede de ifade edildiği üzere takvaya en yakın adil bir tavır sergilemektir. Mümin, ancak adaletle davrandığı zaman Allah katında bir hoşnutluk kazanacağını bilir. Güzel ahlakına tanık olan herkes bu kimseye güvenir, yanında rahat eder, sorumluluk gerektiren her türlü görevi gönül rahatlığı ile kendisine verebilir. Bu kişiler, sadece dostlarının sevgisine değil, düşmanlarının saygısına da mahzar olurlar. Öyle ki, bu örnek davranış, inkar eden birçok insanın iman etmelerine bile vesile olabilir. Sonuç İslâm’da şahitliğe büyük önem verilmiştir. Çünkü davaların ispatında en önemli delillerden birini şahitler oluşturmaktadır. Şahitlik dinî bir görevdir. Adaletin gerçekleşmesi ve hakkın ortaya çıkması büyük ölçüde şahitlerin bu görevi yerine getirmelerine bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, şahitlik yapacak kimselerde her şeyden önce adil olmaları şartı aranmıştır. Cenabı Hak, bizden şahitliği “Allah için ve dosdoğru yapmamızı”, “bir topluma olan kinimizin bizi adaletsizliğe sevk etmemesini, adil olmamızı”, “Birisi hakkında konuştuğumuz zaman yakınımız dahi olsa doğrudan ayrılmamamızı”, “kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olmamızı” istemektedir. Şahitlik vazifemizi, dünyevi endişelerinizi bir kenara bırakıp; sadece ve sadece Cenabı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle, adaletle eda edelim. Aksi takdirde ahirette sorumlu oluruz. [1] Bu bölüm Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Dr. Mehmet CANBULAT tarafından hazırlanmıştır. [2] Ebû Dâvud, Akdiye 22, IV,37-39. [3] Atar, Fahrettin, İslâm Adliye Teşkilatı, s. 203-204..Ankara,1999. [4] Tirmizî, Kıyamet, 60. IV, 668. [5] Buhârî, Şehâdât 10, III, 151; Edeb 6, , Çağrı Yayınları, İstanbul, Ts., V, 71; İsti’zan ,35, VII, 138-139; Müslim,İman, H. No143, , Çağrı Yayınları, İstanbul, Ts., I,91. [6] Buhârî, Edeb 69, VII,95; Müslim, Birr, 103-105, III, 2012-2013. [7] Ahmed, II, 509. [8] Buhârî, Şehâdât 27, III,162. Hiyel 10, VIII, 62; Ahkâm 20, VIII,112; Müslim, Akdiye 4,, II,1337. [9]Âyetin bu kısmı “Ne yazıcı ne de şahid adaletten ayrılarak hak sahiplerine zarar vermesinler” şeklinde de tercüme edilebilir. [10] Hâkim, el-Müstedrek, IV,98; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, No 1781. [11] Hucurât, 49/ 6. [12] Müslim, Mukaddime, 3. I, 10. Şahitlik Ve Önemi, vaaz
Hayatımızın her alanında dikkat etmemiz gereken en önemli hususların başında insani ilişkilerimiz gelmektedir. Bu ilişkiler sadece kendi yaşantımızı değil, kendisiyle irtibata geçtiğimiz insanları ilgilendirmektedir. Bu haliyle sosyal ilişkiler, doğru bir zemine oturtturulduğunda dünya huzuru ve ahiret memnuniyeti getirirken, yanlış yollara aktarıldığı andan itibaren dünya sıkıntısının yanı sıra ahirette en çok sıkıntıya düşeceğimiz kul hakkını doğurmaktadır. Günümüzde üzerinde hassasiyetle durulan, birçok vaaz, hutbe, konferans, panel veya tv, radyo programlarında hakkında sözler sarf edildiği halde çokça yanlışa düştüğümüz bir konu hakkında “kul ve kamu hakkı” üzerinde durmaya, bilgilerimizi yeniden gözden geçirerek hatalarımızı düzeltmeye ve ilişkilerimiz meşru bir zemine oturtmaya çalışacağız. Yüce Rabbim bilmediklerimizi öğrenme fırsatı, bildiklerimizi ise hayatımıza aktarma fırsatını bizlere nasip etsin. Toplumumuzda yaşayan bütün insanlar için birlik ve beraberliği sağlamak, üzerimize düşen vazifelerdendir. Bu vazifeye gerçekleştirmenin en önemli yolu ise insan haklarına saygı duymaktır. İnsan hakları, diline, dinine, ırkına cinsiyetine, milliyetine, sosyal statüsüne ve rengine bakılmaksızın insana insan olduğu için tanınan hakların genel adına denmektedir. Bütün canlıların elde ettiği temel haklar vardır ki; bu haklar İslam dinince dokunulmazlık kapsamına alınmıştır. Sevgili Peygamberimiz Veda Hutbesinde bu dokunulmazlık haklarını bütün insanlığa şöyle bildirmektedir. İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmus ve şerefiniz de öylece mukaddestir; her türlü tecâvüzden masûndur. Ashâbım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız. Bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız. Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak hıfzetmiş olur. Ashâbım! Kimin yanında bir emânet varsa, onu sâhibine versin . Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat aldığınız borcun aslını ödemek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle bundan böyle fâizcilik yasaktır. Câhiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdülmuttalib'in oğlu amcam Abbas'ın fâiz alacağıdır. Ashâbım! Câhiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmüttalib'in torunu amcalarımdan Hâris'in oğlu Rabîanın kan davasıdır. Ey Nâs! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emâneti olarak aldınız. Onların nâmus ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Mü'minler! Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allah'ın kitabı Kur'ân ve O'nun Peygamberinin sünnetidir. Ashâbım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfûz ve saltanatını kurma gücünü ebedî olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz şeylerde ona uyarsanız, bu da onu sevindirir. ona cesâret verir. Dininizi korumak için bunlardan da uzak kalınız. Mü'minler! Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rabbiniz birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Gönül hoşluğu ile kendisi vermedikçe, başkasının hakkına el uzatmak helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu nasihatlerimi burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsinler. Ey Nâs! Cenâb-ı Hak Kur'an da her hak sahibine hakkını vermiştir. Mirâsçı için ayrıca vasiyyet etmeye gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona âittir. Zina eden için ise mahrûmiyet vardır. Babasından başkasına soy neseb iddiâsına kalkışan soysuz, yahut efendisinden başkasına intisâba yeltenen nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lânetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın. Cenâb-ı Hak böylesi insanların ne tevbelerini ne de adâlet ve şâhitliklerini kabûl eder. Ashabım! Allah'tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, malınızın zekatını verin, âmirlerinize itaat edin. Böylece Rabbinizin Cennetine girersiniz. Alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber Efendimizin çağlar ötesinden insanlara aktardığı Veda hutbesinde ifade edilen ve insanlar için dokunulmaz olarak kabul ettiğimiz bu hakları ihlal etmek kul hakkını doğurmaktadır. Bu sebeple nasıl bir yaşam sergileyelim ki bu yaşantıda kul hakkı olmaz diye kendimize sorar isek Veda hutbesini birçok kez okuyup Efendimizin bildirdiği ilkeleri hayatımıza aktarmalıyız. Kul hakkını ihlal etmemiz neticesinde başımıza gelecek olan sıkıntıların neler olduğunu yine Peygamber Efendimizden öğrenelim. Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde Kul hakkının önemini bizlere şöyle aktarmaktadır. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb - Bizim aramızda müflis, parası va malı olmayan kimsedir, dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnâd ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir” buyurdular. 1 Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde ise kul hakkı kimden alınmış ise o hakkın iade edilmesini istemektedir. Efendimiz şöyle buyurmaktadır. مَنْ كَانَتْ عِنْدَهُ مَظْلَمَةٌ ﻷخِيهِ مِنْ عِرْضِهِ أوْ شَىْءٍ مِنْهُ فَلْيَتَحَلِّلْهُ مِنْهُ الْيَوْمَ مِنْ قَبْلِ أنْ َ يَكُونَ دِينارٌ وَ دِرْهَمٌ، إنْ كَانَ لَهُ عَمَلٌ صَالِحٌ أُخِذَ مِنْهُ بِقَدْرِ مَظْلَمَتِهِ، وإنْ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَاتٌ أُخِذَ مِنْ سَيِّئَاتِ صَاحِبِهِ فَحُمِلَ عَلَيْهِ "Üzerinde bir dîn kardeşinin nefsine yâhut malına tecâvüzden doğmuş bir hakk bulunan kimse, dînâr ve dirhem bulunmayacak kıyamet gününden evvel, bugün dünyâda mazlumdan o hakkı bağışlamasını istesin. Helalleşilmediği takdirde zâlimin sâlih ameli bulunursa, ondan zâlimin zulmü miktarı alınır da mazluma verilir. Eğer zâlimin haseneleri iyilikleri bulunmazsa, mazlumun seyyielerinden günahlarından alınıp zâlim üzerine yükletilir" 2 İslam Dini insanlar arasında kul hakkının ihlalini yasak kapsamına alırken bunun yanında Müslümanların birbirleriyle olan diyaloglarının nasıl olması gerektiğini de bildirmektedir. Bu hususta Sevgili Peygamberimiz Müslüman olarak bizlerin birbirimize karşı nasıl bir davranış sergilememizi şöyle ifade etmektedir. المسلمُ أَخــو المسلم لا يَظلِمُه ولا يُسْلِمُهُ . ومَنْ كَانَ فِي حاجةِ أَخِيهِ كانَ اللَّهُ فِي حاجتِهِ، ومنْ فَرَّجَ عنْ مُسلمٍ كُرْبةً فَرَّجَ اللَّهُ عنه بها كُرْبةً من كُرَبِ يومَ القيامةِ ، ومن سَتَرَ مُسْلماً سَتَرَهُ اللَّهُ يَومَ الْقِيامَةِ “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da ihtiyacını karşılar. Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir Müslüman’ın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet gününde ayıplarını örter.” 3 Kul hakkının en kapsamlı bir şekilde ihlal edildiği şey ise kamu hakkıdır. Bu manada kamu hakkı kul hakkından daha kapsamlı bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü kul hakkı ihlali dendiğimizde akla ilk gelen, bir şahsın diğer şahıs veya şahıslarla kurmuş olduğu ilişkileri yanlış bir zemine oturtması neticesinde ortaya çıkan hak ihlalidir. Kamu hakkı ise, bir şahsı veya birkaç şahsı değil o toplumda yaşayan ve o devlet çatısı altında bulunan bütün bireyleri, yani toplumu, yani milleti ifade etmektedir. Bu önemli durumu lütfen göz ardı etmeyelim. Şu hususu sizlerin dikkat-i nazarına sunmak isterim. Belki kul hakkını ihlal ettiğimiz şahsı bulup ondan helallik alma ihtimalimiz vardır. Ancak kamu hakkını alır isek kimden helallik alacağımız tamamen bir muammadır. Bu sebeple kamu hakkını gözetmemiz, bu hususta titizlikle davranmamız gerekmektedir. Çünkü kamu hakkını Tüyü bitmemiş yetimin hakkı olarak özetleyebiliriz. Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan, kamu kurum ve kuruluşlarla ilişkileri olan bütün kardeşlerimiz yapmış oldukları işin neticesinde elde edecekleri mükafatın veya zararın çok fazla olduklarını unutmamalıdırlar. Devletimiz tarafından bizden yapılmasını istediği şeyi doğru bir şekilde yerine getirir isek bunun bize kazancı hem dünyalık hem de ahirette olacaktır. Bunun yanında yapılması istenilen şeyi herhangi bir sebepten dolayı istenildiği gibi yerine getirmez isek, yapmış olduğumuz hata bizden kaynaklanıyor ise o zaman kamu hakkını ihlal etmişiz demektir ki, bunun sıkıntısı hem dünyevi hem de uhrevidir. Vaazımıza başlarken ifade ettiğimiz hadiste buyrulduğu üzere kul hakkını ihlal ettiğimiz şahıs ve şahıslara ya sevabından vereceğiz, eğer sevabımız yok ise o zamanda hakkını yediğimiz kişilerin günahlarını yükleneceğiz. Bu sebeple ahiret sıkıntısı düşünüldüğünde kamu hakkını ihlal edenlerin dünyevi sıkıntılar içerisinde olduklarına aldanılmamalıdır. Peygamber Efendimizin cenazesini kılmadığı bir şahsın durumu şöyle rivayet edilmiştir. "... Zeyd bin Hâlid el-Cühenî Radıyallâhü ankfden rivayet edildiğine göre Hayfaer savaşın da Eşca' kabilesin den bir adam öldü. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem mücâhidlere Arkadaşınızın cenaze namazını siz kılınız yâni ben kılmayacağım buyurdu. Adamın hâlini bilmedikleri için sahâbîler bu duruma şaştılar ve üzüntüden yüzleri değişti. Sonra Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem, sahâbîlerinin vaziyetlerini görünce Sizin arkadaşınız, Allah yolunda ganimet malından çalmıştır» buyurdu.Hadîsin râvisi Zeyd demiştir ki Bunun üzerine sahâbîler adamın eşyasında arama yaptılar. Yahudilerin boncuklarından iki dirhem bile etmeyen boncuklar buldular."4 Bir başka hadis aktarmak isterim."... Ubâde bin es-Sâmit Şöyle demiştir Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem Huneyn savaşı günü ganimet malından bir devenin yanında bize namaz kıldırdı. Namazdan sonra deveden bir tüy alıp mübarek iki parmağı arasına koydu. Sonra cemaate hitaben Ey insanlar! Şüphesiz bu tüy taneciği bile sizin ganîmetlerinizdendir. Artık ipliği, iğneyi, bundan değerli olanı ve bundan değerce düşük olanı ödeyiniz yâni bana teslim ediniz. Çünkü ganimet malından bir şey çalmak kıyamet günü sahibine şüphesiz bîr utançtır, bîr ayıptır ve bir ateştir», buyurdu." 5 Hz. Peygamberden aktarmış olduğumuz hadislerden şunu çıkarıyoruz. Kamu malından bir şeyi zimmetine geçiren kimse, kıyamet gününde o maldan dolayı bütün mahşer halkının huzurunda rezil olacak, almış olduğu bu kamu malı yüzünden cehennem ateşiyle buluşacaktır. Bu sebeple kamu malından almış olduğumuz her ne var ise -Efendimizin bizlere bildirdiği üzere bir parça tüy bile olsa- büyük küçük demeden hepsini Devlete geri ödemesi gerekmektedir. Kamu hakkı kamunundur. Haksızca zimmete geçirilen şeyin ona aktarılması bir mecburiyettir. Unutmayalım ki; Ahirette zimmetine kamu hakkı geçirenlerin cezası çok ağır olacaktır. İnsanların yaşamlarında hak ihlallerini azaltacak en önemli sebep imani ilkelerdir. Allah inancı, ahiret inancıdır. Ahirette yapmış olduğu şeylerin hesabını rabbine karşı vereceğini bilen bir insan hataya meyil ettiğinde o hatadan kolaylıkla beri kalabilecektir. Yine Yüce Allah’ın bizi gözetlediğini ve yapmış olduğumuz her şeyi kayıt altına aldığını unutmaz isek yanlışlıklardan ve yasaklardan uzak kalmak daha rahat olacaktır. Bu sebeple İmani ilkelerin aktarıldığı, ahlaki güzelliklerle süslenildiği, insanların rızası gözetildiği müddetçe dünya ve ahiret mutluluğunu elde edebileceğiz. Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan kardeşlerimizin hassasiyetle dikkat etmeleri gerekene bir husus ise, kendilerinin çalışma alanı bulduğu işlerini milletimizin bir emaneti olduğunu bilmektir. Biz Devletimizin bize vermiş olduğu işlerimizi milletimiz adına yürütmekteyiz. İş ise işverenin bir emanetidir. Emanete hıyanet etmek ise insana, hele hele Müslüman’a yakışmayacak bir tavırdır. Kamu hakkını ihlal etmek milletin hakkını ihlal etmektir ki, bunun vebali çok ağırdır. Sevgili Peygamberimiz Veda Haccını gerçekleştirdiği o günlerde Mina’da okumuş olduğu bir hutbede şöyle buyurmuştur. —"Bu gün hangi gündür, biliyor musunuz?" buyurdu. Biz —Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, dedik. O, sükût etti. O derecede ki, biz Peygamber onu başka bir isimle isimlendirecek sandık. Rasûlullah — "Natır günü yâni kurbân kesme günü değil mi?' buyurdu. Bizler — Evet, kurbân kesme günüdür, dedik. Sonra —"Bu ay hangi aydır?" diye sordu. Biz —Allah ve Rasûlü en bilendir, dedik. O yine sükût etti. O derecede ki biz ona isminden başka bir isim takacak sandık. Rasûİullah — "Zu'l-hicce ayı değil mi?" buyurdu. Biz' — Evet, zu'l-hicce ayıdır, dedik. — "Bu hangi beldedir?" diye sordu. Biz yine —Allah ve Rasûlü en bilendir, dedik. Rasûlullah sustu; o derecede ki, biz ona isminden başka bir isfan verecek sandık. — "Haram olan Belde değil mi?" buyurdu. Biz — Evet, Haram Belde'dir, dedik. Bunun üzerine — "Muhakkak ki kanlarınız, mallarınız bu beldeniz içinde, bu ayınızda, bu gününüzün harâmlığı gibi biribirinize, Rabb'inize kavuşacağınız güne kadar haramdır. Dikkat edin! Bunları size tebliğ ettim mi?" dedi.6 Efendimizin bildirdiği üzere Müslüman’ın Müslüman’a kanı, malı haram kılınmıştır. Bu sebeple kardeşlerimizin canına kastetmek veya onların mallarına göz dikmek kul hakkını doğurmakta ve bize asla yakışmamaktadır. Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan kardeşlerimizin dikkat etmesi gereken bir husus ise, kamu malları Devletimizin gelirinin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü kamu hizmetlerinin tamamı verilen vergiler, bırakılan bağışlar veya Devletimizin elde ettiği başka gelirler ile sağlanmaktadır. Bu sebeple kamu hizmetinde aksaklığa götürecek yanlışlar içerisinde olmak, Milletimizin hizmet üzere vermiş olduğu, Devletimizin de Milletimize hizmet amacıyla aktarmış olduğu gelirleri yanlışa sevk etmek olacaktır ki, buda dünyevi sorumluluk getirdiği gibi ahiret açısından da çok büyük bir vebal doğuracaktır. Kul ve kamu hakkı dikkat etmemiz gereken önemli haklardandır. Asla ihmal edemeyeceğiz hakların başında gelmektedir. Bu hakları ihlal etmemiz neticesinde helallik almadıkça ahirette sevabımızdan alınacak veya hak ihlali gerçekleştirdiğimiz şahısların günahlarını yüklenecektir. Bu sebeple dünyamızı huzura, ahiretimizi sükunete kavuşturmak istiyor isek, kul ve kamu hakkını ihlal etmeyelim. İhmallerimiz neticesinde doğacak zararlar ile karşılaşmamak için işlerimizde ihmale gitmemeliyiz. Yüce Rabbim Kendi rızasına uygun işlerle meşgul olmayı, kul ve kamu hakkını ihlal edecek davranışlar içerisinde olmamayı bizlere nasip etsin. Yüce Rabbim Devletimize dirlik, milletimize birlik nasip etsin. Cumanız mübarek olsun. Allah’a emanet olun. Ahmet ÜNAL Uzman Vaiz Birr 59. 2. Buhari, Mezalim, 10 3. Riyazü’s-Salihin, Hadis No246 4. İbn. Mace, Cihad, 34 5. İbn. Mace, Cihad, 34 6. Buhari, Hac, 133
HAK VE ADALET Bütün insânî güzellik ve mükemmelliği ihtivâ eden ve insanın rûhunu fazîlette zirveleştiren İslâm ahlâkı, hak ve adâlette de eşsiz bir öze, sarsılmaz bir temele sahiptir. Çünkü insanlığın huzûru, ancak hak ve adâleti yerine getirmekle temin edilebilir. O hâlde hak ve adâlet nedir? En genel tanımıyla Herkese ve her şeye hak ettiği şekilde muâmele etmek, doğru hüküm vermek, dengeli ve ölçülü davranmaktır. Buna göre bir kimseye hak ettiğinden fazla vermek, başkalarının hakkını çiğnemek olduğu gibi, eksik vermek de, hakkı gasbetmek, yâni adâleti ihlâl etmektir. Gerçek mü’minler, böyle bir günahtan son derece sakınırlar. Yani mü’min, vicdânen, her hak sahibine hak ettiğini vermek zorundadır. Zîrâ İslâm, hayatın her safhasında ve her hâlükârda; aleyhine dahi olsa âdil davranmayı emretmektedir. Öyle ki, Allâh’ın râzı olduğu şekilde yaşamak, ancak hak ve adâlet dengesine riayet ölçüsünde gerçekleşir. Yani adâlet mefhumu, ilâhî emir ve yasakların merkezindedir. Dolayısıyla bu da, mü’minin; önce Yaratan’ına, sonra bütün mahlûkâta, sonra da kendi nefsine karşı âdil davranmasını gerektirir. Şu hâlde her mü’min, ölçüp tartarken, insanlar arasında hüküm verirken, konuşurken, yazarken, şâhitlik ederken âdil davranmak mecbûriyetindedir. Ayrıca ilâhî hakîkatlere ve ibâdetlere de gereken ehemmiyeti göstermek ve onların hakkına riâyet etmek mecburiyeti de vardır. Çünkü bu, Cenâb-ı Hak için bir hak, kul için bir borç ve vazîfedir. Eğer bir mü’min, bu şuur ile hak ve adâlet ölçüleri içerisinde yaşarsa, “ahsen-i takvîm”e, yâni “en güzel yaratılış kıvâmı”na ulaşır. Çünkü hak ve adâlet, Allâh’ın sıfatlarındandır. “el-Adl” ism-i şerîfi, Allah Teâlâ’nın, hak ve adâletin mutlak sahibi ve bizzat kendisi olduğunu ifâde eder. Cenâb-ı Hakk’ın bu yüce ismi, her zaman tecellî hâlindedir. Bilhassa ilâhî mahkemenin kurulacağı âhirette bütün ihtişamıyla tecellî edecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَإِن كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ خَرْدَلٍ أَتَيْنَا بِهَا وَكَفَى بِنَا حَاسِبِينَ “Biz, kıyâmet günü için adâlet terâzileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan iş, bir hardal tanesi kadar dahî olsa, onu adâlet terâzisine getiririz. Hesap gören olarak Biz herkese yeteriz.” el-Enbiyâ, 47 Unutmamalı ki, kullarına hak ve adâleti emreden Allah Teâlâ, dâimâ mazlumların yanındadır. Dünya âleminde hak, hukuk ve adâleti çiğneyerek yakayı kurtardığını zannedenler, birgün “Hâkimlerin Hâkimi” Allah Teâlâ’nın huzûrunda boyun büküp hesap vereceklerdir. Diyebiliriz ki hak ve adâlet bahsinde en büyük hesabı, varlıklar içerisinde insanoğlu verecektir. Çünkü insan, yaratılmışların en şereflisi olarak bütün varlıkların kendisine âmâde kılınması dolayısıyla onların hak ve hukuklarının mes’ûliyetini de üzerine almıştır. Yani insan, sadece kendine âit hakları değil, bütün varlıkların haklarını korumakla da vazifelidir. Yani bitkilerin de, hayvanların da, eşyanın da haklarını muhâfaza mes’ûliyeti, insana âittir. Bu bakımdan Hak dostları, diğer varlıkların haklarına riâyet hususunda da son derecede hassâsiyet göstererek bizlere örnek olmuşlardır. Şu misal pek mânidardır Hak dostlarından Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri, bir yere seyahat ederken bir ağaç altında durur ve yemek yer. Ardından yoluna devam eder. Bir müddet gittikten sonra, torbasının üzerinde bir karınca görür ve “–Allâh’ın bu mahlûkunu vatanından ayrı düşürdüm.” diyerek geri döner. Karıncayı tekrar o ağacın altına bırakır. Üstelik kıyamet günü insanoğluyla beraber diğer varlıklar da dirilecekler ve dünyada iken çiğnenen haklarını alacaklardır. Bu itibarla bir hayvana eziyet etmek, onu haddinden fazla yormak, hattâ lüzumsuz yere yaş bir dalı koparmak bile dînen yasaklanmıştır. Hattâ zararlı bir mahlûku zarûret dolayısıyla öldürürken dahî zulmetmek câiz kılınmamıştır. Meselâ bir yılanı bertaraf ederken bile, eziyet etmeden, bir vuruşta öldürmek emredilmiştir. Velhâsıl her mü’min, hak ve hukûkun derin mânâsını en güzel şekilde kavramak ve hayâtı boyunca da adâlet terâzîsini düzgün kullanmak mecbûriyetindedir. Mü’min için, hak ve adâleti yaşamak ve tevzî etmek, en büyük fazîlettir. Olgunluk yolunda mesafe alan has kullar için bir üst fazîlet daha vardır ki o da; ADÂLETTE AF FAZÎLETİ… Îman ve ahlâkta yüksek bir görüş ufkuna ulaşan kâmil mü’minler, kendilerine karşı işlenen kusurlara, adâlet yerine, af ve merhametle mukâbele etmeyi tercih ederler. Zîrâ âhiretteki ilâhî mîzanda Cenâb-ı Hakk’ın, kendilerine adâletle değil; af, merhamet, lutuf ve ihsân ile mukâbele etmesini ümîd ederler. Bu güzel ahlâk, Cenâb-ı Hak tarafından şöyle takdîr edilmektedir وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُواْ بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُم بِهِ وَلَئِن صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِّلصَّابِرينَ “Eğer cezâ verecekseniz, size yapılan eziyetin misliyle cezâ verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” en-Nahl, 126 Rivayete göre Uhud gazvesinde kâfirler, ashab-ı kiramdan bazılarını şehit etmişler ve özellikle Hazreti Hamza’yı şehit edip mübarek vücudunu parçalamışlardı. Hattâ Utbe’nin kızı “Hind” Hazreti Hamza’nın ciğerinden bir parçasını yemişti. Resûl-i Ekrem ile ashab-ı kiramı da ahdetmişlerdi ki, o kâfirlere galip gelecekleri gün, onlardan bir çoklarını öldürüp intikam alsınlar. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hind’in öldürülmesine de emir vermiştir. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, adalet ve eşitliğe riayet edilmesi emir olunmuştu. Hattâ Mekke-i Mükerreme fethedilince Yüce Peygamberimiz Hind’i af buyurmuştur. Adalet İslâm’ın aslî ilkesidir, karşı taraf putperest, inkârcı veya başka bir dinden bile olsa ona, onun kendisine verdiği zarardan fazla bir zarar veremez; gördüğü zarara kurallar çerçevesinde dengiyle cevap vermek adalet ilkesinden doğan bir haktır. Ancak yine de Allah, Resulüne ve onun şahsında müslümanlara, eğer sabır gösterirlerse, yani kötülüğe dengiyle dahi karşılık verme arzularını dizginleyip mukabelede bulunmazlar ve bu haklarını kullanmazlarsa bunun sabır erdemini kazanmış kişiler için daha hayırlı olacağını bildirmektedir. İslâm ahlâk literatüründe bu davranışın adı hilimdir. Bütün mesele, âhirette Hak Teâlâ’nın lutf u keremiyle mukâbele görmek değil midir? Bunun için sâlih ve ârif kullar, bugün kendi şahıslarına yapılan ezâ ve cefâlara aynıyla mukâbele etmezler ve cezâlandırmaya da yönelmezler. Allah için sabra sarılıp öfkelerini yutarlar. Daima af ve müsâmaha yolunu tutarlar. Böylece Allâh’ın kullarını affede affede, ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışırlar. Hz. Aişe validemize bir iftira atılmış, iftiranın başını Abdullah b. Übey çekmiş, bir iki erkek ile Peygamberimiz’in eşi Zeyneb bint Cahş’ın, Hz. Âişe’yi kıskanan kız kardeşi Hamne de, bu çirkin iftiranın yayılmasına sebep olmuşlardı. Erkeklerden biri, Hz. Ebû Bekir’in halasının oğlu olup kendisine devamlı yardımda bulunduğu Mistah idi. İddianın iftiradan ibaret olduğu kesinleşince Hz. Ebû Bekir, bu nankör yakınına artık yardım etmeyeceğine yemin etti. وَلَا يَأْتَلِ أُوْلُوا الْفَضْلِ مِنكُمْ وَالسَّعَةِ أَن يُؤْتُوا أُوْلِي الْقُرْبَى وَالْمَسَاكِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلْيَعْفُوا وَلْيَصْفَحُوا أَلَا تُحِبُّونَ أَن يَغْفِرَ اللَّهُ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ “İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allah yolunda göç edenleremallarından vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; ferâgat göstersinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?..” en-Nûr, 22 Bu âyet nâzil olunca da, “Vallahi Allah’ın beni bağışlamasını arzu ederim, bunu her şeye tercih ederim” diyerek yeminini bozdu ve yardıma devam kararı aldı. İslâm ahlâkında “kötülüğe karşı iyilikle muamele etmek” kuralı vardır. Fıtratı, temel insanlık nitelikleri bozulmamış insanları ıslah etmenin, kötü yoldan çevirmenin, yeniden erdemli topluluğa katmanın yollarından biri de budu İşte bu düsturla Ebû Bekir –radıyallâhu anh-, kızı Âişe vâlidemize iftirâ atan şahsı affetmiş ve ona sadaka vermeye devâm etmiştir. Bu itibarla ârif kullar; وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” Fussilet, 34 âyetinin muktezâsınca hareket ederler. Bu ahlâkın Kur’ân-ı Kerîm’deki en güzel misallerinden bir diğeri de, kardeşlerinin ağır zulmüne mâruz kalan Yûsuf –aleyhisselâm-’dır. O büyük peygamber, kendisinden yardım istemeye gelen kardeşlerine kendini tanıtmadan her dâim ikram ve ihsanlarda bulundu. Onlar da bu cömert ikramlardan sonra onun Yûsuf olduğunu anlayınca şâhit oldukları bu yüksek fazîlet karşısında hakkı teslim ettiler ve قَالُواْ تَاللّهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللّهُ عَلَيْنَا وَإِن كُنَّا لَخَاطِئِينَ “Allâh’a andolsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hatâya düşmüşüz.» dediler.” Yûsuf, 91 Hazret-i Yûsuf ise büyük bir af örneği sergileyerek قَالَ لاَ تَثْرَيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللّهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.” Yûsuf, 92 demek sûretiyle fazîletini daha da ziyâdeleştirdi. Ayrıca أَن نَّزغَ الشَّيْطَانُ بَيْنِي وَبَيْنَ إِخْوَتِي “…Aramızı şeytan bozdu!..” Yûsuf, 100 ifâdesiyle, suçu kardeşlerine değil, iblise izâfe etti. Sonra da “Ben bir köle olarak satıldım. Sizin sâyenizde Mısır’da da peygamber evlâdı olduğum bilindi.” dedi ve fazîlet üstüne fazîlet sergiledi. Böylece kardeşlerinin, vaktiyle kendisine yapmış olduğu zulüm ve haksızlıkların üstüne bir af perdesi çekerek onları bağışladı. Netice itibârıyla, sergilediği bu üstün fazîlet ve ahlâk sâyesinde onları kendisine mest eyledi. Bu yüce ahlâktan hareketle diyebiliriz ki, suçlular hakkında adâleti merhamete dönüştürerek onları affetmek, apayrı bir ıslah ve irşad metodudur. Tabiî suçlunun pişmanlık ve nedâmet duyması şartıyla… Unutmamalı ki, suçlu şahsın bir daha o suçu işlememeye dâir samîmî pişmanlık duyması hâlinde onu affetmek, cezâlandırmaktan, çok daha hayırlıdır. Fakat suçlunun böyle bir nedâmet göstermediği durumlarda affetmek, bir fazîlet olmaktan çıkar. Yani merhamet ve af tavsiyesi, suçlu şahsın davranış ve karakterine göre netice verir. Meselâ suçunda ısrar eden fâsık ve zâlim birini affetmek, onu zulüm ve haksızlığa cesâretlendirmek, hattâ teşvik etmekten başka bir işe yaramaz. Böyle olunca şahsa karşı işlenen kusurları affetmede, bir ıslah ihtimâli görünmüyorsa, suçlunun cezâlandırılmasını istemek, mağdurun en tabiî hakkıdır. Diğer taraftan ferdî ve şahsî meselelerde, kusurlu şahsın ıslâhı için onu affetmek, fazîlet ve takvâya daha uygun olmakla birlikte, başkalarını veya umûmu ilgilendiren meselelerde, adâletin tam olarak yerini bulması îcâb eder. Aksi hâlde cezâsız kalan suçlar, suçluların daha da azgınlaşmasına sebep olur. Bundan da bütün bir toplum zarar görür, herkese zulmedilmiş olur. Hayat rehberimiz Rasûl-i Ekrem Efendimiz, şahsına yapılan kusurları affederdi. Lâkin başkalarına karşı işlenen haksızlıklara tahammül edemez, hak sahipleri haklarını alıncaya kadar teskin olamaz, huzur bulamazdı. Böylece mutlaka adâleti temin ederdi. İşte hak ve adâlet sahibi olmanın bir ölçüsü de budur. Bu şekilde âdil olabilen kimseler, aynı şekilde adâletli davranışlara mazhar olurlar. Yani insanlarla münâsebetlerimizde önce kendimiz âdil olmalıyız ki başkalarından da adâlet beklemeye hakkımız olsun. Çünkü beşerî hayâtın huzur ve saâdeti, hak ve adâlet terâzîsinin karşılıklı dengede tutulmasına bağlıdır. Hâsılı bütün bu gerçekler etrafında adâlet mefhûmu, toplumlardaki nizam, insicam ve huzur için vazgeçilmez, hayâtî bir ihtiyaçtır. Ancak bu mefhum, insanoğlunun, Rabbine karşı sahip olması gereken şuur ve hislerinde çok farklı bir muhtevâ arz eder. Yâni ilâhî adâlet anlayışı, günümüzde pek çok insanın hatâya düştüğü mühim bir meseledir. Çünkü bu dünyada herkes eşit imkânlara sahip değildir. Kimi insan zengin, kimi fakir, kimi doğuştan sakat, kimi sıhhatli, kimi uzun ömürlü, kimi kısa ömürlüdür. Bunu takdîr eden de Allah Teâlâ olduğuna göre; dıştan, kaba bir akılla ve nâdan bir gönülle bakıldığında bu durum, ilâhî adâlete zıt gibi görünmektedir. Ancak lâfta sûret-i haktan görünen bu iddiâlara, îman ve hikmet penceresinden bakıldığında mesele tamamen gözler önündedir. Çünkü ADÂLET, İSTİHKÂK İLE KÂİMDİR! Hiçbir insan, hak etmiş olmasından dolayı yaratılmış değildir. İnsanın yoktan var edilişi, şükründen âciz kalınacak kadar büyük bir ilâhî lutuftur. Yokluktan varlık âlemine çıkmak, varlıklar içinde de; yılan-çıyan, taş-toprak veya ot-yaprak değil de varlıkların en şereflisi olan “insan” olarak var edilmek, ne muazzam bir ilâhî ikramdır. Bu ve benzeri daha nice mazhariyetler, tamamen ilâhî bir lutuf olarak meccânen bahşedilmiş değil midir? Bizler bu nîmetlere nâil olmak için acabâ hangi bedeli ödedik? Hâl böyleyken, yaşadıkları birtakım gel-geç mahrûmiyetler sebebiyle Cenâb-ı Hak’tan -hâşâ- hesap sorarcasına bir gaflet içerisinde adâlet isteyenler, yok olurlar! Çünkü kulun var olmak için bir hakkı ve sermâyesi yoktur ki, Allah’tan adâlet istemeye hakkı olsun! Zîrâ adâlet, ancak istihkâk ile, yâni hak etmekle, çalışıp kazanmakla ve bedel ödemekle kâimdir. Düşünmeliyiz ki Biz insan olarak yaratılmak için hangi bedeli ödedik? Hangi çalışma ve hangi kazanç ile insan olduk? Herkesin cevâbı belli “Hiç! Kocaman bir hiç!..” O hâlde şunu idrâk etmeliyiz ki; Hayâtı, dünya ve ukbâ olarak iki safha hâlinde murâd eden Cenâb-ı Hak, bunların birincisinde “latîf”, ikincisindeyse “âdil” sıfatını daha bâriz tecellî ettirmektedir. Yani âlemi ve insanı var eden, Allâh’ın “âdil” sıfatı değil, “latîf” sıfatıdır. Mahlûkâtın yaratılıştan gelen ne sermâyesi varsa hepsi de Allâh’ın bir lutfudur. Bu durumda Allah Teâlâ, nîmetlerini eşit vermeye -hâşâ- mecbur değildir. Zaten yaratılanlar içinde sadece iki varlık bile mutlak mânâsıyla eşit yaratılmış olsaydı, onlardan birinin varlığı abes, yâni hikmetsiz olurdu. Abesle iştigal ise, kâinâtı son derece hassas dengeler içinde yaratıp tanzim eden Allah Teâlâ’nın “müteâl” yani hayal ötesi mükemmellik sıfatı için bir noksanlık teşkil ederdi. Allah ise bütün noksanlıklardan münezzehtir. Bu itibarla hiç kimse; “Benim ne kabahatim var da boyum kısa? Niye bir âlimin değil de bir câhilin çocuğu olarak doğdum?” veya “Niye zengin değil de fakir bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldim?” diyemez. Çünkü bütün bunlar, tamamen ilâhî lutfun dağılımındaki farklı tecellîlerden ibârettir. Bu itibarla ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ “Nihayet o gün dünyada yararlandığınız nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” et-Tekâsür, 8 âyet-i kerîmesini hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak îcâb etmektedir. Dolayısıyla Allâh’ın verdiğine râzı olmak, kul için hem bir mes’ûliyettir hem de bir olgunluk îcâbıdır. Bu bakımdan lutfedilen nîmetlerde eşitlik olmaması, adâletsizlik değildir. Allah Teâlâ bir kulunu sıhhatli, diğerini sakat yaratabilir. Birini çok akıllı, diğerini az akıllı yaratabilir. Yarattıklarından birini yılan yapar süründürür, birini kuş yapar uçurur. Bundan dolayı mahlukâttan herhangi birinin îtirâza aslâ hakkı yoktur. Bir hayvanın veya bitkinin; “Niye ben insan olarak yaratılmadım?” deme hakkı olamayacağı gibi, sakatlık, hastalık, fakirlik, mahrûmiyet vs. gibi birtakım sıkıntılar içinde bulunanların da, Allâh’ı -hâşâ- adâletsizlikle ithâm etmeleri, en başta akla-mantığa, iz’an ve vicdâna zıt bir durumdur. Kaldı ki bir kul hakkında ilâhî lutuf ve ikramların azlığının mı, çokluğunun mu daha hayırlı olduğu, ancak âhiretteki mîzanda belli olacaktır. Zîrâ az nîmetin doğurduğu borç az, çok nîmetin doğurduğu borç ise çoktur. Kaderin hikmet ve sırlarını lâyıkıyla idrâk etmekten âciz olan insana, Allâh’ın takdîrine teslîm olmaktan daha doğru bir yol yoktur. Bu hususta, sahâbeden Ebû Talha ile zevcesinin rızâ hâli ne güzel bir numûnedir. Hülâsa olarak hâdise şöyledir Ebû Talha’nın ağır hasta olan bir çocuğu vefât etmişti. Ebû Talha o sırada evde değildi. Hanımı Ümmü Süleym, çocuğunu gasledip kefenledi. Ebû Talha gelince oğlunun nasıl olduğunu sordu. Ümmü Süleym “–Çocuğun ıztırâbı sakinleşti, rahatladığını zannediyorum.” dedi… Sabah olup da, Ebû Talha evden çıkmak istediği sırada, zeki ve takvâ sahibi bir hanım olan Ümmü Süleym “–Ey Ebû Talha! Şu komşumuzun yaptığına bak, kullanmak üzere aldığı emâneti istediğim zaman vermek istemedi.” dedi. Ebû Talha “–Hiç olur mu, iyi etmemişler!” dedi. Bunun üzerine Ümmü Süleym “–Ey Ebû Talha! Oğlun senin yanında Allâh’ın bir emânetiydi, onu geri aldı.” deyiverdi. Ebû Talha önce biraz şaşırdı, sonra bir müddet sustu ve “Biz Allâh içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz.” dedi… Buhârî, Cenâiz 42, Akîka 1; Müslim, Edeb 23, Fedâilu’s-Sahâbe 107 İşte bir imtihan âlemi olan bu dünyada Allâh’ın nîmetlerine karşı sâhip olunması gereken emânet şuuru… İşte Allah nîmet verdiğinde de, verdiğini geri aldığında da gösterilmesi gereken rızâ ve teslîmiyet… Zîrâ Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olabilmenin en mühim şartlarının başında, tıpkı İbrahim –aleyhisselâm-’ın hâli gibi, değişen imtihan şartlarına rağmen dâimâ; قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.” el-Bakara, 131. diyebilmek gerekmektedir. Yâ Rabbî, bizlere böyle yüce, mânâlı ve hakikatli bir rızâ ve teslîmiyet içinde yaşamayı nasîb eyle! Bizleri hak ve adâletten ayırma! Hak ve adâletle birlikte cümlemizi af ve merhamet ile de taçlandırarak mahşer gününde affınla muâmele eyle! Âmîn! Hak ve Adalet DOCX İNDİR/OKU Hak ve Adalet PDF İNDİR/OKU
Kul ve Kamu Hakkı - VAAZ Hayatımızın her alanında dikkat etmemiz gereken en önemli hususların başında insani ilişkilerimiz gelmektedir. Bu ilişkiler sadece kendi yaşantımızı değil, kendisiyle irtibata geçtiğimiz insanları ilgilendirmektedir. Bu haliyle sosyal ilişkiler, doğru bir zemine oturtturulduğunda dünya huzuru ve ahiret memnuniyeti getirirken, yanlış yollara aktarıldığı andan itibaren dünya sıkıntısının yanı sıra ahirette en çok sıkıntıya düşeceğimiz kul hakkını doğurmaktadır. Günümüzde üzerinde hassasiyetle durulan, birçok vaaz, hutbe, konferans, panel veya tv, radyo programlarında hakkında sözler sarf edildiği halde çokça yanlışa düştüğümüz bir konu hakkında “kul ve kamu hakkı” üzerinde durmaya, bilgilerimizi yeniden gözden geçirerek hatalarımızı düzeltmeye ve ilişkilerimiz meşru bir zemine oturtmaya çalışacağız. Yüce Rabbim bilmediklerimizi öğrenme fırsatı, bildiklerimizi ise hayatımıza aktarma fırsatını bizlere nasip yaşayan bütün insanlar için birlik ve beraberliği sağlamak, üzerimize düşen vazifelerdendir. Bu vazifeye gerçekleştirmenin en önemli yolu ise insan haklarına saygı duymaktır. İnsan hakları, diline, dinine, ırkına cinsiyetine, milliyetine, sosyal statüsüne ve rengine bakılmaksızın insana insan olduğu için tanınan hakların genel adına denmektedir. Bütün canlıların elde ettiği temel haklar vardır ki; bu haklar İslam dinince dokunulmazlık kapsamına alınmıştır. Sevgili Peygamberimiz Veda Hutbesinde bu dokunulmazlık haklarını bütün insanlığa şöyle günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmus ve şerefiniz de öylece mukaddestir; her türlü tecâvüzden Rabbinize kavuşacaksınız. Bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız. Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak hıfzetmiş yanında bir emânet varsa, onu sâhibine versin . Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat aldığınız borcun aslını ödemek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle bundan böyle fâizcilik yasaktır. Câhiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdülmuttalib'in oğlu amcam Abbas'ın fâiz devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmüttalib'in torunu amcalarımdan Hâris'in oğlu Rabîanın kan Nâs!Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emâneti olarak aldınız. Onların nâmus ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allah'ın kitabı Kur'ân ve O'nun Peygamberinin şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfûz ve saltanatını kurma gücünü ebedî olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz şeylerde ona uyarsanız, bu da onu sevindirir. ona cesâret verir. Dininizi korumak için bunlardan da uzak iyi dinleyin, iyi belleyin. Rabbiniz birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Gönül hoşluğu ile kendisi vermedikçe, başkasının hakkına el uzatmak helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu nasihatlerimi burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ Nâs!Cenâb-ı Hak Kur'an da her hak sahibine hakkını vermiştir. Mirâsçı için ayrıca vasiyyet etmeye gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona âittir. Zina eden için ise mahrûmiyet vardır. Babasından başkasına soy neseb iddiâsına kalkışan soysuz, yahut efendisinden başkasına intisâba yeltenen nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lânetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın. Cenâb-ı Hak böylesi insanların ne tevbelerini ne de adâlet ve şâhitliklerini kabûl korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, malınızın zekatını verin, âmirlerinize itaat edin. Böylece Rabbinizin Cennetine rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber Efendimizin çağlar ötesinden insanlara aktardığı Veda hutbesinde ifade edilen ve insanlar için dokunulmaz olarak kabul ettiğimiz bu hakları ihlal etmek kul hakkını doğurmaktadır. Bu sebeple nasıl bir yaşam sergileyelim ki bu yaşantıda kul hakkı olmaz diye kendimize sorar isek Veda hutbesini birçok kez okuyup Efendimizin bildirdiği ilkeleri hayatımıza hakkını ihlal etmemiz neticesinde başımıza gelecek olan sıkıntıların neler olduğunu yine Peygamber Efendimizden öğrenelim. Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde Kul hakkının önemini bizlere şöyle aktarmaktadır. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem“Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb- Bizim aramızda müflis, parası va malı olmayan kimsedir, dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem“Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnâd ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir” buyurdular. 1Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde ise kul hakkı kimden alınmış ise o hakkın iade edilmesini istemektedir. Efendimiz şöyle كَانَتْ عِنْدَهُ مَظْلَمَةٌ ﻷخِيهِ مِنْ عِرْضِهِ أوْ شَىْءٍ مِنْهُ فَلْيَتَحَلِّلْهُ مِنْهُ الْيَوْمَ مِنْ قَبْلِ أنْ َ يَكُونَ دِينارٌ وَ دِرْهَمٌ، إنْ كَانَ لَهُ عَمَلٌ صَالِحٌ أُخِذَ مِنْهُ بِقَدْرِ مَظْلَمَتِهِ، وإنْ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَاتٌ أُخِذَ مِنْ سَيِّئَاتِ صَاحِبِهِ فَحُمِلَ عَلَيْهِ"Üzerinde bir dîn kardeşinin nefsine yâhut malına tecâvüzden doğmuş bir hakk bulunan kimse, dînâr ve dirhem bulunmayacak kıyamet gününden evvel, bugün dünyâda mazlumdan o hakkı bağışlamasını istesin. Helalleşilmediği takdirde zâlimin sâlih ameli bulunursa, ondan zâlimin zulmü miktarı alınır da mazluma verilir. Eğer zâlimin haseneleri iyilikleri bulunmazsa, mazlumun seyyielerinden günahlarından alınıp zâlim üzerine yükletilir" 2İslam Dini insanlar arasında kul hakkının ihlalini yasak kapsamına alırken bunun yanında Müslümanların birbirleriyle olan diyaloglarının nasıl olması gerektiğini de bildirmektedir. Bu hususta Sevgili Peygamberimiz Müslüman olarak bizlerin birbirimize karşı nasıl bir davranış sergilememizi şöyle ifade أَخــو المسلم لا يَظلِمُه ولا يُسْلِمُهُ . ومَنْ كَانَ فِي حاجةِ أَخِيهِ كانَ اللَّهُ فِي حاجتِهِ، ومنْ فَرَّجَ عنْ مُسلمٍ كُرْبةً فَرَّجَ اللَّهُ عنه بها كُرْبةً من كُرَبِ يومَ القيامةِ ، ومن سَتَرَ مُسْلماً سَتَرَهُ اللَّهُ يَومَ الْقِيامَةِ“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da ihtiyacını karşılar. Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir Müslüman’ın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet gününde ayıplarını örter.” 3Kul hakkının en kapsamlı bir şekilde ihlal edildiği şey ise kamu hakkıdır. Bu manada kamu hakkı kul hakkından daha kapsamlı bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü kul hakkı ihlali dendiğimizde akla ilk gelen, bir şahsın diğer şahıs veya şahıslarla kurmuş olduğu ilişkileri yanlış bir zemine oturtması neticesinde ortaya çıkan hak ihlalidir. Kamu hakkı ise, bir şahsı veya birkaç şahsı değil o toplumda yaşayan ve o devlet çatısı altında bulunan bütün bireyleri, yani toplumu, yani milleti ifade etmektedir. Bu önemli durumu lütfen göz ardı etmeyelim. Şu hususu sizlerin dikkat-i nazarına sunmak isterim. Belki kul hakkını ihlal ettiğimiz şahsı bulup ondan helallik alma ihtimalimiz vardır. Ancak kamu hakkını alır isek kimden helallik alacağımız tamamen bir muammadır. Bu sebeple kamu hakkını gözetmemiz, bu hususta titizlikle davranmamız gerekmektedir. Çünkü kamu hakkını Tüyü bitmemiş yetimin hakkı olarak kurum ve kuruluşlarında çalışan, kamu kurum ve kuruluşlarla ilişkileri olan bütün kardeşlerimiz yapmış oldukları işin neticesinde elde edecekleri mükafatın veya zararın çok fazla olduklarını unutmamalıdırlar. Devletimiz tarafından bizden yapılmasını istediği şeyi doğru bir şekilde yerine getirir isek bunun bize kazancı hem dünyalık hem de ahirette olacaktır. Bunun yanında yapılması istenilen şeyi herhangi bir sebepten dolayı istenildiği gibi yerine getirmez isek, yapmış olduğumuz hata bizden kaynaklanıyor ise o zaman kamu hakkını ihlal etmişiz demektir ki, bunun sıkıntısı hem dünyevi hem de uhrevidir. Vaazımıza başlarken ifade ettiğimiz hadiste buyrulduğu üzere kul hakkını ihlal ettiğimiz şahıs ve şahıslara ya sevabından vereceğiz, eğer sevabımız yok ise o zamanda hakkını yediğimiz kişilerin günahlarını yükleneceğiz. Bu sebeple ahiret sıkıntısı düşünüldüğünde kamu hakkını ihlal edenlerin dünyevi sıkıntılar içerisinde olduklarına Efendimizin cenazesini kılmadığı bir şahsın durumu şöyle rivayet edilmiştir. "... Zeyd bin Hâlid el-Cühenî Radıyallâhü ankfden rivayet edildiğine göre Hayfaer savaşın da Eşca' kabilesin den bir adam öldü. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem mücâhidlere Arkadaşınızın cenaze namazını siz kılınız yâni ben kılmayacağım buyurdu. Adamın hâlini bilmedikleri için sahâbîler bu duruma şaştılar ve üzüntüden yüzleri değişti. Sonra Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem, sahâbîlerinin vaziyetlerini görünceSizin arkadaşınız, Allah yolunda ganimet malından çalmıştır» buyurdu.Hadîsin râvisi Zeyd demiştir ki Bunun üzerine sahâbîler adamın eşyasında arama yaptılar. Yahudilerin boncuklarından iki dirhem bile etmeyen boncuklar buldular."4 Bir başka hadis aktarmak isterim."... Ubâde bin es-Sâmit Şöyle demiştirResûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem Huneyn savaşı günü ganimet malından bir devenin yanında bize namaz kıldırdı. Namazdan sonra deveden bir tüy alıp mübarek iki parmağı arasına koydu. Sonra cemaate hitaben Ey insanlar! Şüphesiz bu tüy taneciği bile sizin ganîmetlerinizdendir. Artık ipliği, iğneyi, bundan değerli olanı ve bundan değerce düşük olanı ödeyiniz yâni bana teslim ediniz. Çünkü ganimet malından bir şey çalmak kıyamet günü sahibine şüphesiz bîr utançtır, bîr ayıptır ve bir ateştir», buyurdu." 5Hz. Peygamberden aktarmış olduğumuz hadislerden şunu çıkarıyoruz. Kamu malından bir şeyi zimmetine geçiren kimse, kıyamet gününde o maldan dolayı bütün mahşer halkının huzurunda rezil olacak, almış olduğu bu kamu malı yüzünden cehennem ateşiyle buluşacaktır. Bu sebeple kamu malından almış olduğumuz her ne var ise -Efendimizin bizlere bildirdiği üzere bir parça tüy bile olsa- büyük küçük demeden hepsini Devlete geri ödemesi gerekmektedir. Kamu hakkı kamunundur. Haksızca zimmete geçirilen şeyin ona aktarılması bir mecburiyettir. Unutmayalım ki; Ahirette zimmetine kamu hakkı geçirenlerin cezası çok ağır yaşamlarında hak ihlallerini azaltacak en önemli sebep imani ilkelerdir. Allah inancı, ahiret inancıdır. Ahirette yapmış olduğu şeylerin hesabını rabbine karşı vereceğini bilen bir insan hataya meyil ettiğinde o hatadan kolaylıkla beri kalabilecektir. Yine Yüce Allah’ın bizi gözetlediğini ve yapmış olduğumuz her şeyi kayıt altına aldığını unutmaz isek yanlışlıklardan ve yasaklardan uzak kalmak daha rahat olacaktır. Bu sebeple İmani ilkelerin aktarıldığı, ahlaki güzelliklerle süslenildiği, insanların rızası gözetildiği müddetçe dünya ve ahiret mutluluğunu elde kurum ve kuruluşlarında çalışan kardeşlerimizin hassasiyetle dikkat etmeleri gerekene bir husus ise, kendilerinin çalışma alanı bulduğu işlerini milletimizin bir emaneti olduğunu bilmektir. Biz Devletimizin bize vermiş olduğu işlerimizi milletimiz adına yürütmekteyiz. İş ise işverenin bir emanetidir. Emanete hıyanet etmek ise insana, hele hele Müslüman’a yakışmayacak bir tavırdır. Kamu hakkını ihlal etmek milletin hakkını ihlal etmektir ki, bunun vebali çok Peygamberimiz Veda Haccını gerçekleştirdiği o günlerde Mina’da okumuş olduğu bir hutbede şöyle buyurmuştur.—"Bu gün hangi gündür, biliyor musunuz?" buyurdu. Biz—Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, sükût etti. O derecede ki, biz Peygamber onu başka bir isimle isimlendirecek sandık. Rasûlullah— "Natır günü yâni kurbân kesme günü değil mi?' buyurdu. Bizler— Evet, kurbân kesme günüdür, ay hangi aydır?" diye sordu. Biz—Allah ve Rasûlü en bilendir, yine sükût etti. O derecede ki biz ona isminden başka bir isim takacak sandık. Rasûİullah — "Zu'l-hicce ayı değil mi?" buyurdu. Biz' — Evet, zu'l-hicce ayıdır, dedik. — "Bu hangi beldedir?" diye sordu. Biz yine —Allah ve Rasûlü en bilendir, dedik. Rasûlullah sustu; o derecede ki, biz ona isminden başka bir isfan verecek sandık.— "Haram olan Belde değil mi?" buyurdu. Biz— Evet, Haram Belde'dir, dedik. Bunun üzerine— "Muhakkak ki kanlarınız, mallarınız bu beldeniz içinde, bu ayınızda, bu gününüzün harâmlığı gibi biribirinize, Rabb'inize kavuşacağınız güne kadar haramdır. Dikkat edin! Bunları size tebliğ ettim mi?" dedi.6 Efendimizin bildirdiği üzere Müslüman’ın Müslüman’a kanı, malı haram kılınmıştır. Bu sebeple kardeşlerimizin canına kastetmek veya onların mallarına göz dikmek kul hakkını doğurmakta ve bize asla kurum ve kuruluşlarında çalışan kardeşlerimizin dikkat etmesi gereken bir husus ise, kamu malları Devletimizin gelirinin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü kamu hizmetlerinin tamamı verilen vergiler, bırakılan bağışlar veya Devletimizin elde ettiği başka gelirler ile sağlanmaktadır. Bu sebeple kamu hizmetinde aksaklığa götürecek yanlışlar içerisinde olmak, Milletimizin hizmet üzere vermiş olduğu, Devletimizin de Milletimize hizmet amacıyla aktarmış olduğu gelirleri yanlışa sevk etmek olacaktır ki, buda dünyevi sorumluluk getirdiği gibi ahiret açısından da çok büyük bir vebal ve kamu hakkı dikkat etmemiz gereken önemli haklardandır. Asla ihmal edemeyeceğiz hakların başında gelmektedir. Bu hakları ihlal etmemiz neticesinde helallik almadıkça ahirette sevabımızdan alınacak veya hak ihlali gerçekleştirdiğimiz şahısların günahlarını yüklenecektir. Bu sebeple dünyamızı huzura, ahiretimizi sükunete kavuşturmak istiyor isek, kul ve kamu hakkını ihlal etmeyelim. İhmallerimiz neticesinde doğacak zararlar ile karşılaşmamak için işlerimizde ihmale Rabbim Kendi rızasına uygun işlerle meşgul olmayı, kul ve kamu hakkını ihlal edecek davranışlar içerisinde olmamayı bizlere nasip etsin. Yüce Rabbim Devletimize dirlik, milletimize birlik nasip etsin. Cumanız mübarek olsun. Allah’a emanet Birr 59. 2. Buhari, Mezalim, 10 3. Riyazü’s-Salihin, Hadis No246 4. İbn. Mace, Cihad, 34 5. İbn. Mace, Cihad, 34 6. Buhari, Hac, 133
kul hakkı ile ilgili vaaz