JRpr. şeker kelimesinin mecaz anlamı Sevimli, cana yakın ve Kelimenin Mecaz Anlamını Arayın Sözcüklerin cümle, dize veya deyim içine girdiklerinde, gerçek anlamlarından tamamen sıyrılarak başka bir sözcük ya da kavram yerine kullanılmasıyla kazandığı anlama mecaz değişmece anlam denir. Mecaz anlam, Sözcüğün sürekli olmayan, kullanım içinde geçici olarak üstlendiği anlamdır. Bu sözlük çalışması Türk Dil Kurumunun TDK en son değişikliklerine uygun olarak düzenlenmiştir. süpürmek kelimesinin mecaz anlamı 1. Tüketmek. 2. Çıkarıp atmak, kovmak. yapışkan kelimesinin mecaz anlamı Çekilip gitmek bilmeyen. sarkıtmak kelimesinin mecaz anlamı Asmak, darağacına çekmek. allak bullak olmak kelimesinin mecaz anlamı 1. Karışmak. 2. Şaşkına dönmek. sert kelimesinin mecaz anlamı 1. Hırçın, öfkeli, hiddetli. 2. Titizlikle uygulanan, sıkı. kral kelimesinin mecaz anlamı 1. Herhangi bir alanda başkalarından üstün, başarılı olan kimse. 2. Çok başarılı ve zengin iş adamı. 3. Üstün, çok iyi. yılan kelimesinin mecaz anlamı Sinsi ve hain. azıtmak kelimesinin mecaz anlamı Çığırından çıkmak veya çıkarmak, ölçüyü kaçırmak. taşmak kelimesinin mecaz anlamı Öfke, sabırsızlık, coşku veya fazla heyecandan kendini tutamamak. dava kelimesinin mecaz anlamı 1. Sorun, mesele. 2. Ülkü. temel kelimesinin mecaz anlamı Bir şeyin gelişimi için gereken ilk ögeler. sallanmak kelimesinin mecaz anlamı İş başında bulunan kimse Yerinden olmak üzere bulunmak. paralel kelimesinin mecaz anlamı Aynı zaman içinde gelişen veya aynı özellikleri gösteren olay, düşünce vb.. dar kelimesinin mecaz anlamı 1. Kafanın doğurucu melekeleri hakkında Yetersiz. 2. Kısa, az, elverişsiz. komprime kelimesinin mecaz anlamı Bir konuyla ilgili olarak derinliği olmayan kalıplaşmış bilgi. yüklemek kelimesinin mecaz anlamı 1. Bir yükümlülük altına sokmak, sorumlu tutmak. 2. Bir suçu birinin üstüne atmak. yolmak kelimesinin mecaz anlamı Dolandırıp parasını almak. el kelimesinin mecaz anlamı Aracı, vasıta. cenk kelimesinin mecaz anlamı Büyük çaba, uğraş, kavga, çekişme. şimşek kelimesinin mecaz anlamı Parıltı. kısıtlamak kelimesinin mecaz anlamı Sınırlamak, daraltmak. koşmak kelimesinin mecaz anlamı Kovalamak, üstüne düşmek izlemek. midesiz kelimesinin mecaz anlamı 1. Yenmeyecek şeyleri yiyen. 2. Hiçbir şeyden tiksinmeyen, en iğrenilecek şeyler karşısında bile tiksinti duymayan. batakhane kelimesinin mecaz anlamı İşlerin zamanında ve gereğince yapılmadığı yer. dayı kelimesinin mecaz anlamı Birinin kayırıcısı olan nüfuzlu adam, sözü geçer kimse. yaldızlamak kelimesinin mecaz anlamı Bir işin üstünkörü yapıldığını gizlemek için onu değersiz süslerle süslemek. atmosfer kelimesinin mecaz anlamı İçinde yaşanılan ve etkisinde kalınan ortam, hava. gömmek kelimesinin mecaz anlamı Birinden daha çok yaşamak. ayık kelimesinin mecaz anlamı Aklı başında, anlayışlı, uyanık, zeki, açıkgöz. kışkışlamak kelimesinin mecaz anlamı Kelimeler Sözlüğünde 1470 Kayıt Bulundu.
Anlam Çeşitleri 1. Gerçek Anlam Temel, İlk, Başat Anlam TDK sözlükte kelimenin birinci karşılığı olarak kullanılan kelimeler, gerçek anlamlıdır. Çoğu zaman zihnimizde uyanan ilk düşünceye göre hareket etmek doğrudur ancak sözlükteki birinci anlamı baz almak daha uygun olacaktır. ÖRNEK 1 “çubuk” sözcüğü, TDK üzerinde temel anlam olarak “körpe dal” anlamına sahiptir. Oysa hiçbirimiz temel anlam olarak bunu düşünemeyiz. Bu kullanımlara dikkat edilmesi en doğru iş olacaktır. Bizim bildiğimiz anlam ise gerçek anlamla bağını şekil olarak koparmayan “değnek biçiminde olan” anlamındaki kelimedir. Ancak gerçek anlam olarak “körpe dal” kullanılır. ÖRNEK 2 Benzerî bir durum da “bırakmak” sözcüğü için geçerlidir. Bu sözcüğün temel anlamı “elde bulunan bir şeyi tutmaz olmak”tır. Ancak karıştırabileceğimiz bir anlamı da “koymak” anlamıdır. Bizim günlük hayatta bolca kullandığımız bu anlam “gerçek anlam” değildir. Bırakmak sözcüğünün temel anlamında “teması kesmek” yer alır. Diğer Örnekler Kalemin uç tarafı sürekli ağzındaydı hep bir kenara biraz daha gerse dinamitleri patlatacaktı dün akşam. 2. Yan Anlam Yakıştırma Anlam Yan anlam, bir sözcüğün cümle içerisinde zamanla gerçek anlama bağlı kalarak yeni bir anlam ifade etmesiyle ortaya çıkar. Yan anlam genel itibarıyla benzeme özelliği kazandırılarak karşımıza çıkar. Kısaca bir sözcüğün şekil ve işlev olarak benzerliğinden ötürü başka bir varlığa ad olarak verilmesidir. ÖRNEK 1 “burun” sözcüğünü “Geminin burnu kıyıya değmek üzereydi." ifadesindeki gibi kullanırsak yan anlam özelliği taşır. Tam anlamıyla gerçek değildir çünkü organla bağlantısızdır. Tamamen mecaz da değildir çünkü gerçek anlamdaki ifadeye benzeme özelliği vardır. Gemilerdeki o kısmın burun diye adlandırılmasının sebebi insanın burnuna konum itibarıyla benzemesidir. Bu ilgiye tam olarak yakıştırmaca denir. ÖRNEK 2 “göz” kelimesi kullanıldığında ilk olarak akıllara organ adı gelir ancak "Evin iki göz odası vardı." ifadesindeki gibi kullanıldığında artık göz sözcüğü benzetme yoluyla yeni bir anlam kazanmıştır. Buna da yan anlam denir. Tüm tomurcuklar patlamış. Uçağın kanadı parçalanmış diyorlar. Halk edebiyatı dalında üniversitemiz öne çıkıyor. Kitabı önümüzdeki aya yetiştireceğim. Bu örneklerin haricinde ÖSYM, biraz daha etkili olabilmek adına yakıştırmacaların dışına çıkarak şu şekilde sorular da sormaktadır Bu iş yeri sabaha kadar açıkmış. Bu cümlede “açık” kelimesi yan anlamdadır ve temel anlamla bağını tam koparmadan “işler durumda olmak” anlamına gelmektedir. Çalışan bir yerin kapısı da doğal olarak açık olacağı için yan anlama sahiptir. Polisler binayı sarmışlar. Bu cümlede “sarmak” kelimesi “kuşatmak” anlamındadır. Sarmak kelimesinin gerçek anlamına yakın bir şekilde yeni bir ifade kazandığı için bu kelime yan anlamlıdır. Temel anlam başlığında verdiğimiz “bırakmak, çubuk” ifadelerinin dilimizde en sık kullanılan anlamları ise yan anlama sahiptir. Örneğin,Elindeki demir çubuğu bana sakince masaya bıraktı. 3. Mecaz Anlam Değişmece Anlam Sözcüğün, cümle içinde gerçek anlamından uzaklaşarak yeni bir anlam kazanmasıyla oluşur. Bir sözcüğün mecaz anlamda kullanılmasının yegane sebebi anlatıma canlılık kazandırmaktır. ÖRNEK 1 “Bu öğrenci aslan gibidir.” cümlesindeki “aslan” kelimesi güçlü bir hayvana benzetme amacıyla kullanılmıştır. Yani aslan, hayvan anlamından tamamen uzaklaştırılarak "güç" anlamında kullanılmış ve mecazlaştırılmıştır. ÖRNEK 2 “Bayıldığım bir ses tonuna sahiptir." cümlesinde geçen bayılmak ifadesi gerçek anlam olarak uyur gibi olmak, baygın duruma gelmektir. Ancak bu cümlede hoşlanmak ifadesine büründüğü için artık gerçek anlamdan tamamen uzaklaşmıştır. Diğer Örnekler Paris'teki kahvelerden birine gidecek olan bir Türk orada alaylı taşlamalar, kaba davranışlarla karşılanır. Hakaret anlamında olduğu için mecazdır. Beni bu tartışmada ateşe attılar. mecaz anlamda kullanılmış Üniversite öğrencileri ağır işlere yönlendiriliyor. Yorucu anlamına geldiği için mecazdır. Bu pişkinliğin beni benden alıyor. Saygısızca davranmak anlamına geldiği için mecazdır. Bunların dışında temel anlamı sadece isimlerde aramak doğru bir tercih olmayacaktır. Fiillerde de benzer bir durum geçerlidir Elimdeki parayı bin lira çıktım o malzeme için. Annem babamı sayardı o. 4. Terim Anlam Kelimelerin cümle içinde bir bilim, sanat, spor dalıyla ilgili bir kavramı karşılamasıyla oluşan anlamdır. ÖRNEK 1 “Dünya, kutuplardan basık bir şekle sahiptir..” cümlesindeki altı çizili sözcük birer coğrafî terimdir. ÖRNEK 2 “Bu şiirde ölçü, kafiye ve redif bulunmamaktadır. ” cümlesindeki altı çizili sözcükler birer edebiyat terimidir. Kelimenin cümlede kullanılma biçimine göre anlam değişebilir. “Tiyatronun son perdesi bu.” cümlesindeki perde kelimesi terim anlamlıdır. “Hadi perdeleri tak.” cümlesinde ise gerçek anlam taşır. 5. Argo Anlam Belirli bir topluluğa özgü olan argo anlam özel sözcüklerdir. Dil içerisinde ayrı bir dil olarak kullanılabilir. Asla küfür ile karıştırılmamalıdır. Canına yandığımın dünyası Beni böyle bekletenin aklına tüküreyim ben. Ooo, Murat Bey cilalanmış düğün için. Ali, bize madik attı resmen. Kelimeler Arası Anlam İlişkileri 1. Eş Anlamlı Anlamdaş Kelimeler Yazılışları farklı, anlamları aynı olan kelimelere eş anlamlı kelimeler denir. Bu kelimeler cümle içerisinde tam olarak birbirinin yerini karşılayabilir. medeniyet-uygarlık okul-mektep kıymet-değer acele-ivedi cevap-yanıt sene-yıl imkân-olanak kara - siyah öğrenci-talebe NOT 1 Kelimelerin cümle içerisinde birbirinin yerini tutabilmesi için her ikisinin de aynı anlamda kullanılması gerekir. Yani cümle içerisinde mecaz anlamlı bir kelimenin yerine gerçek anlamlı bir kelime tercih edilemez. Örnek 1 “ Baş koyduk Türkiye'nin yoluna.” cümlesinde “baş” kelimesinin eş anlamlısı olan “kafa” kelimesinin kullanımı doğru 2 “Kara bahtım, kör talihim.” cümlesinde “kara” kelimesinin eş anlamlısı olan “siyah” kelimesinin kullanılması ve kör kelimesinin eş anlamlısı olan âmâ kelimesinin kullanılması doğru bir şey değildir. 2. Yakın Anlamlı Kelimeler Anlamdaş göründüğü hâlde tam olarak birbirinin yerini tutamayan kelimelere yakın anlamlı kelimeler denir. Eş anlamlı kelimeler her durumda birbirinin yerini tutarken yakın anlamlı kelimelerde bu durum cümleye göre değişir. basmak-çiğnemek-ezmek dilemek-istemek ÖRNEK 1 Devlet hırsızları izliyor. Devlet, hırsızları seyrediyor. Devlet, hırsızları takip ediyor. Yukarıdaki üç cümlenin anlamı her ne kadar aynı gibi görünse de hepsi birbirinden farklıdır. Birinci cümlede bir “sessizce gözlemlemek" anlamı, ikinci cümlede bir "müdahale etmeden serbest bırakmak" anlamı, üçüncü cümlede "peşine düşmek" anlamı vardır. 3. Zıt Tezat Anlamlı Kelimeler Anlam olarak birbirinin zıttı olan kelimelere tezat kelimeler denir. ağır-hafif oturmak-kalkmak karanlık-aydınlık var-yok pahalı-ucuz uzun-kısa güzel-çirkin siyah-beyaz NOT 1 Türkçede bazı kelimelerin zıt anlamlısı bulunmamaktadır. Örnek 1 "yüzmek, yemek, sarı, lacivert" gibi kelimelerin zıt anlamlısı yoktur. NOT 2 Bir eylemin olumsuzu o eylemin karşıtı değildir. Örnek 1 "Ağlamak" kelimesinin olumsuzu "ağlamamak" zıttı ise "gülmek"tir. NOT 3 Kelimelerin zıt anlamlılığı kullanıldığı cümleye göre değişir. Gerçek anlamlı bir kelimenin zıttı, mecaz anlamlı olamaz. Örnek 1 "Bu işten alnım ak ayrıldım." cümlesindeki ak sözcüğünün karşıtı karadır ancak bu cümlede zıt anlam olarak kullanılamaz. 4. Eş Sesli Sesteş Kelimeler Yazılışları aynı, anlamları farklı sözcüklere sesteş sözcükler denir. Bu sözcükler daha çok şiirlerde tercih edilir. Yar bana gülü verdi. Hemen o anda gülüverdi. Gül 1. çiçek, 2. gülme işi NOT 1 Eş seslilik ile çok anlamlılık birbirine karıştırılmamalıdır. Bir sözcüğün "yan ve mecaz" anlamı o sözcüğün sesteşi değildir! Sesteşlik, gerçek anlamlar arasında aranır. Kara gözlü dilber, kara günümde neredesin? Bu örnekte belirtilen kara sözcükleri sesteş değildir. Çünkü biri gerçek anlamlı iken diğeri mecaz anlamlıdır. NOT 2 Düzeltme işaretinin kullanıldığı kelimeler, eş sesli olarak alınamaz. Nitekim "adem-âdem, yar-yâr" kelimeleri eş sesli değildir. NOT 3 Ortak köklü kökteş kelimeler sesteş sayılmaz. Çünkü kökteş kelimelerde anlam bağlantısı bulunmaktadır. Sesteş olabilmesi için anlam bağlantısı bulunmamalıdır. Yarışmacılar çok iyi güreşti. fiil İzlediğim en iyi güreşti. isim Bu örneklere bakılacak olunursa güreşme işinin sonucunda ortaya çıkan şeyin adına güreş denir. Bu da anlam bağlantısına işarettir. Bu yüzden sesteşlik ilişkisi yoktur. Edebiyatta eş sesliliğin kullanılması sonucu “cinas” sanatı ortaya çıkmıştır. Örnek Bu iş bana asla yaramaz. Sevdiğimden yaram az. 5. Somut Anlam Beş duyu organımızın herhangi biriyle algılayabildiğimiz kavramların taşıdıkları anlamlardır. Bu anlamlar çoğunlukla maddelerde karşımıza çıkar. Su, giysi, ilaç, kulaklık... NOT 1 Hava, elektrik gibi ifadeler sizi yanıltabilir. Dikkat edilmesi gereken bunların organlarla algılanabileceğidir. Kullanıldıkları cümledeki anlama göre bu ifadeler beş duyu organından biriyle algılanabildiği anda somut anlam taşırlar. Somutlama MEB tanımına göre somutlama, soyut anlamlı bir kelimenin “istiare, benzetme, teşhis” yoluyla somut bir nesneye özellik aktarması sonucu somutlanmasıdır. ÖRNEK 1 “Dil, insanlar arasında kullanılan bir anahtardır." ifadesinde geçen "dil" soyut bir kavram olan lisan sözcüğünü karşılar. Bununla beraber dil kavramı, somut bir varlık olan anahtara benzetilmiş ve somutlaştırma yapılmıştır. ÖRNEK 2 "Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman." cümlesinde soyut anlamlı zaman kelimesi, somut anlamlı ceylan kelimesine benzetilerek somutlama yapılmıştır. Soyut olan bazı durumların kolay kavranabilmesi için somutlamalardan yaralanılır. Somutlamalara özellikle deyimlerde sık rastlanır. 5. Soyut Anlam Beş duyu organımızın hiçbiriyle algılayamadığımız varlıkların taşıdıkları anlamlardır. Bu kelimeler daha çok kavram olarak karşımıza çıkar. Rüya, insanlık, sevgi, korku, güzellik... Soyutlama Somut anlamlı bir kelimenin, cümledeki anlamına göre soyut bir kavrama dönüşmesiyle ortaya çıkan anlam olayıdır. ÖRNEK 1 Yufka kalbi ile yapılanlara daha fazla dayanamadı. Bu cümlede yufka sözcüğü olaylardan çok çabuk etkilenme anlamında kullanılmıştır. Yani yufka somutken cümle içinde soyut anlam kazandırılmıştır. ÖRNEK 2 Gitarı çok daha kolay öğrenebilmenin bir yolu olmalı. Yol kelimesi somut anlamlı sözcükken bu cümlede “yöntem” anlamında kullanıldığından soyutlaşmıştır. 6. Nicel ve Nitel Anlam Nicel bahsedildiği gibi “nice” kökünden türemiştir. Nice, sayı belirtir. Ölçülebilir. Nitel ise, niteleme sıfatlarından da hatırlayacağımız gibi şekil, durum, renk, biçim belirtir. O halde Nitel de sayılamayan anlamlardır. Büyük bir tavşan avladı. Tavşanın büyüklüğünü ölçebilir misin? Evet. O zaman nicel Çok ağır ve oturaklı bir kız. Bahsedilen kilo olmadığı için ağır sözcüğü bu cümlede niteldir. Dikkat Sözcükler kullanıldığı cümleye göre nicel ya da nitel anlam kazanabilirler. Örnek olarak "ağır" ifadesi kutunun ağırlığını temsil ederse nicel, "saygınlık" anlamı taşırsa nitel ifadeye dönüşür. 7. Deyim Aktarması Anlam aktarması olarak kabul edilen bu aktarma, cümle içinde bir varlığa ait kavramın, başka bir varlığa aktarılmasıdır. Deyim aktarmaları farklı şekillerde yapılır. Bunlar 1. İnsandan Doğaya Aktarım İnsana ait niteliklerin doğaya aktarılmasıdır. Kişileştirme sanatından faydalanılır. Kuşlar selama durdu seni görünce. Çiçekler boynunu büker sen gidince. 2. Doğadan İnsana Aktarım Bu genç, gittikçe olgunlaşıyordu gözümde. Abim, kükreyince herkes şaşırdı. Arkadaşım pençesini resmen sırtıma indirdi. 3. Duyu Aktarmaları Bir duyunun başka bir duyuyla beraber kullanılmasıdır. Acı bir koku yayıldı ortama. Tatma-koklama Keskin bir bakış attı bize. Dokunma-görme 4. Doğadan Doğaya Aktarım Dalgalar tırmaladı kayaları. Rüzgârlar ulurdu sabaha kadar. NOT Bazı kaynaklar, somutlaştırmayı da dâhil etmektedir. Sorunun gidişatına göre çözümleme yapılmalıdır. Ad Aktarması / Mecazımürsel / Düz Değişmece Benzetme ilgisi söz konusu olmadan, başka bazı ilgilerle, bir sözün başka bir söz yerine kullanılmasıyla oluşturulan mecazlardır. İç - dış ilgisi Tencere kaynıyor ocakta. Sobayı yak da ısınalım biraz. Parça - bütün ilgisi Usta kalem, kimseyi anlayamadığını iletti. Camı kapat da üşümeyelim. Neden - sonuç ilgisi Bu sene bereket yağıyor tarım topraklarına. Sanatçı - eser ilgisi Arka planda Kubat çalıyor şu an. Karacaoğlan'ı okumaktan zevk alıyorum. Yer, yön, bölge, çağ - insan ilgisi Evi ara da izin al. Diğer Örnekler Bu sayıda güzel öyküler var. Gemi, Suriye'ye yanaştı. YGS SORUSU Marmara’da her yelken Uçar gibi neşeli Bu örnekte yelken kelimesi gemiyi kastettiği için ad aktarması örneğidir. LYS SORUSU Kapılıp tekerleğin sesine Uzanmış, kalmışım yaylının şiltesine. Bu örnekte yaylı ile araba kastedilmiştir. Yaylar, aracın bir parçasıdır. Söz Öbekleri 1. Deyimler Genellikle gerçek anlamından az çok ayrı, kendine özgü bir anlam taşıyan kalıplaşmış söz öbeği, tabir anlamını taşıyan bu kelimeler bir durumu ifade etmek amacıyla kullanılırlar. küplere binmek gözü dönmek baklayı ağzından çıkarmak göze girmek etekleri zil çalmak NOT 1 Deyimlerde kelimeler anlam kaybına uğrayabilir. Örnek "Hoca, bu olayın ardından küplere bindi." cümlesinde yer alan küp, bin- kelimeleri anlamlarını yitirmiştir. NOT 2 Bazı deyimlerde ise sözcüklerin bazıları tamamen anlamını yitirmeyebilir. Örnek “Yükte hafif pahada ağır her şeyi istemiş gibiydi." cümlesinde yer alan paha ve yük sözcükleri anlamlarını korumaktadır. NOT 3 Deyimler çekimlenebilirler. Yani anlamca kaynaşmış birleşik fiil oluşturabilirler. "Göze gelmek" deyimi "Arkadaşlarının gözüne geldi." ifadesinde olduğu gibi kip eklerini alabilirler. Bunların yanı sıra cümle hâlinde de deyimler kullanılmaktadır. Örnek olarak "Yorgan gitti, kavga bitti." bir durumu ifade ettiği için cümle hâlinde bir deyimdir. NOT 4 Deyimler kalıplaşmış sözlerdir. Sözcüklerin asla ve asla yeri değiştirilemez veya sözcükler eş anlamlarıyla değiştirilemezler. "Benim alnım aktır." yerine "Alnım beyazdır." denilemez, "ayaklarına kara sular inmek" yerine "siyah sular inmek" ifadesi kullanılamaz. NOT 5 Bazı deyimler kafiyelenerek kullanılır. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” “Uma uma döndük muma” NOT 6 Deyimlerin birçoğu MEB'in kitabında yer alan bilgilere ve akademik içeriklere göre somutlaştırma özelliği de taşır. Bunun sebebi soyut bir kavramın, gözde canlandırılacak şekilde aktarılmasıdır. Arkadaşının aklı başından gitti. Hoca iyice küplere bindi. Bu sorular, aklıma takıldı açıkçası. 2. Atasözleri Toplumun benliğinde yer etmiş, yıllardan beri kullanılagelmiş, bir mesaj taşıyan ifadelerdir. Deyimlerden ayrılan en temel yanı tam da budur. Deyimlerde bir mesaj kaygısı yokken atasözlerinde mesaj verme kaygısı yer alır. Damlaya damlaya göl olur. Sakla samanı gelir zamanı. NOT 1 Atasözleri kinayeli olabilir. Bunların yanı sıra sadece mecaz ya da sadece gerçek anlama sahip atasözleri de vardır. "Rüzgâr eken, fırtına biçer.” atasözü sadece mecaz anlamlı; “Dost ile ye iç, alışveriş etme.” sadece gerçek anlamlı “Mum dibine ışık vermez” hem gerçek hem mecaz anlamlıdır. NOT 2 Bazı atasözleri kullanıldıkları yerde ilke, kuralları dile getirebilir. Komşu, komşunun külüne muhtaçtır Sosyal ilişkiler Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. Doğa olaylarının uzun gözlem sonucu günlük yaşamdaki etkisi. Çirkefe taş atma, üstüne sıçrar. Tecrübeye dayanarak doğrudan öğüt verme Var evi kerem evi, yok evi verem evi. Yargılar arasında zıtlık ilişkisi 3. İkilemeler Tekrarlar İkileme, sözcük grubudur. İki kelimenin bir bütün olarak kullanılması veya tekrarlanması ile oluşur. Aynı kelimenin tekrarıÖRNEK yavaş yavaş, ağır ağır, sessiz sessiz... Zıt anlamlı kelimelerÖRNEK düşe kalka, ileri geri, aşağı yukarı... Biri anlamlı biri anlamsızÖRNEK para mara, iş miş, huzur muzur, eğri büğrü, yırtık pırtık... Her ikisi de anlamsızÖRNEK eciş bücüş, paldır küldür, apar topar, mırın kırın… Yakın anlamlıÖRNEK ak pak, mal mülk, eş dost... Eş anlamlıÖRNEK sağ salim, sağlıklı sıhhatli, ses seda, güçlü kuvvetli… Yansıma sözcüklerÖRNEK tıkır tıkır, çatır çatır, şırıl şırıl... Video Anlatımı İzlemek İçin Tıklayın. Hazırlayan Melih ÖZDAMAR İçeriklerimiz, pdf anlatımlar dahil, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nca korunmaktadır. Telif haklarının herhangi bir şekilde ihlali, başka yerlerde isimsiz yayımlanması, çeşitli kitap kaynaklarında izinsiz yer alması, içeriğin izinsiz kopyalanıp başka bir isimle tanıtılması vb. ile yapan kişi, kişiler veyahut kurumlar hakkında gerekli işlemler başlatılacaktır. Türkçe ve Edebiyat yönetimi.
Ağır; tartıda çok çeken, hafif karşıtı; Çapı, boyutları büyük; değeri çok olan, gösterişli, çetin, güç; tehlikeli, korkulu, vahim; sıkıntı veren, bunaltıcı; dokunaklı, insanın gücüne giden, kırıcı; ağırbaşlı, ciddi; keskin, boğucu koku; sindirimi güç yiyecek; yoğun; uyanılması güç, derin uyku; kısık, alçak; güç işiten, sağır; yavaş; ağır sıklet ve davranışları yavaş olan gibi anlamlara gelmektedir. İşte ağır kelimesi ile ilgili gerçek, yan ve mecaz anlamlı örnek cümleler.– Kurşun ağır bir madendir. Taş yerinde ağırdır.– Yerli halıları gördüm; koyu sıcak kırmızılarla diri maviler ağır basıyordu. Bedri Rahmi Eyuboğlu– Fahri Bey, gelmeden önce bir hafta boyunca çocuğu ağır hasta olmuştu.– Devlet adamlarının ileri gelenleri böyle sözlere karışmaz, ağır dururlar. Memduh Şevket Esendal– Büyükannem biraz ağır işitir. Yani hafifçe sağırdır.– … bir odacının ağzından bu cevabı almak insana öyle ağır geliyor ki. Yakup Kadri Karaosmanoğlu– Hava trafik kontrolörleri ağır zihinsel yük altındadırlar.– Ağır top.– Ağır tank.– 888’deki Büyük Kar Fırtınası, Birleşik Devletler tarihinin en ağır kar fırtınalarından biriydi.– Peki deyişleri de akılları yattığı için değil, korkuları ağır bastığı için oldu. Tarık Buğra– Çok çalışıyorsun, bir süre ağırdan al.– Hakem tarafından verilen kırmızı kart ağır kaçtı.– Bu ağır metal kutuları taşımak için yeterince güçlüyüm.– Ağır kıyafeti ile muhite uymayan Canan’ın yanında, ne kadar rahat ve sadeydi. Mithat Cemal Kuntay– Sanırım onlar ithalatlara ağır bir vergi koymalılar.– Denizcilik tarihinin en ağır sorumluluklarından birini üzerine alıyordu. Feridun Fazıl Tülbentçi– Bu merdiven benim ağırlığımı taşıyacak kadar güçlü mü?– Kızmıştım, Keziban’a söylenecek şöyle ağır bir söz arıyordum. Nurullah ataç– Tütünde ağır bir vergi vardır.– Bu, on dokuz yaşında ufak tefek bir kızdı. Fakat otuz yaşındaki bir insandan daha ağırdı. Halide Edip Adıvar– Onu ağır bir biçimde cezalandırmalıyız.– Bu koku, en hafif rüzgârla burnu kuvvetli bir adama uzaktan kendini hissettirecek kadar ağırdır. Falih Rıfkı Atay– Şimdi ağırdan alıyorum.– Buz kütlesi bizim ağırlığımızı taşıyacak kadar kalın değil.– Ağır bir yemek.– Evin sofasına girer girmez kendisini ağır bir duman karşıladı. Abbas Sayar– Benim karaciğerim ağır biçimde hasar görmüştü.– Ağaya pek duyurmak istemeyen ağır bir sesle kulağıma eğildi. Osman Cemal Kaygılı– Bu, şimdiye kadar okuduğum en ağır kitap.– Ağır öğrenenler sık sık okula gitmek istemezler.– Cüneyt Bey sözlerini tartıyormuş gibi ağır söylüyordu. Etem İzzet Benice– Hasan, polis tarafından ağır biçimde dövüldü.– Yıllarca ağırda güreşti.– Tüm bu mallar ağır biçimde vergilendiriliyor.– Ağır adam.– Ağır ağır ve tane tane konuşuyorlar. N. F. Kısakürek– Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden. A. Haşim– Bardağa kola doldurur gibi değer vereceksin insanlara ağır ağır ve yavaş.– Zaman ağır ağır akmış, ama hiçbir şey değişmemiştir.– Yarın ağır siklet şampiyonu ile karşılaşacak.– Ahmet Bey, ağır şekilde yaralandı.– Komutanımız ağır yaralı değildi.
Musa Kâzım GÜLÇÜR 1 / 6 / 2021 İçindekiler Mecaz ve Hakikat Giriş 1 Usûlcü Alimlerimiz ve Mecaz-Hakikat 6 Mu’tezilenin Kur’ân’da Mecaz-Hakikat Ayırımını Başlatması 8 Mecaz Anlam Taşıdığı İddia Edilen Ayet-i Kerîmelerden Bazı Örnekler 11 Sonuç 19 أعوذ بالله من الشيطان الرجيم بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، اللهمَّ صَلِّ وسلـم على سيدِنا محمدٍ أكملِ مخلوقاتك، وسيّدِ أهلِ أرضِك وأهلِ سماواتك، النورِ الأعظم، والكنـزِ الـمطلسم، والجوهرِ الفردِ، والسرِّ الـممتد رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي Mecaz ve Hakikat Giriş Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan ilahî bir lütuftur. وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَاءَ كُلَّهَا “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti” Bakara, 2/31 ve عَلَّمَهُ الْبَيَانَ “Allah, insana beyanı duygu ve düşüncelerini ifade etmeyi öğretti” Rahman, 55/4 ayet-i kerimeleri, insan türü için, dil ve edebiyatın ne denli büyük bir ihsan olduğunu işaretler. İnsanlar duygularını, düşüncelerini, fikirlerini, hükümlerini birbirlerine nakletmek, meramlarını birbirlerine anlatabilmek için, “dil” denilen bu önemli vasıtaya baş vururlar. İnsanlar, dili ve edebiyatı kullanırken, onun temel özelliklerine de dikkat etme durumundadırlar. Bu yazımızda, günlük dilde mebzul bir şekilde yer alan “mecaz” unsurunun, Kur’an-ı Kerîm’de bulunup bulunmadığı konusunu açmaya çalışacak, hadîs-i şeriflerde mecaz olup olmadığı hususuna değinmeyeceğiz. Çalışmanın nirengi noktası, doğrudan “Kur’an-ı Kerîm’de Mecaz Var mı?” sorusuna cevap aramaktır. “Eşya, zıtları ile bilinir” kaidesinden hareketle, “mecaz” kelimesinin zıt anlamı olan “hakikat” kavramına kısaca temas ile konuya giriş yapacağız. “Hakikat” kelimesinin kökü olan “hak” kelimesi, Halil Ahmed el-Ferâhîdî’nin v. 175/791 ilk Arapça sözlük sayılan Kitâbu’l-Ayn’ında ve Kûfe dil mektebine mensup edebiyat âlimi İbn Fâris’in v. 395/1004 Mücmelü’l-Lüga’sında “batıl” olanın, yani doğruluk, sahihlik ve gerçeklikle ilgisi bulunmayanın zıttıdır.[1] “Hakikat” kelimesi ise, Arap belâgatı teorisyeni Hatîb Kazvînî’nin v. 739/1338 El-Îzâḥ fî Ulûmi’l-Belâga adlı eserinde, “karşılıklı konuşma durumunda, konulduğu anlamda kullanılan kelime”[2] şeklinde tarif edilmektedir. Bu tarife göre, Kur’ân-ı Kerîm’i okuma esnasında, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ile mükaleme halinde olan birisinin, ayet-i kerimeleri konulduğu anlamda kullanılmış temel hakikatler olarak algılaması gerektiği açıktır. “Hak” kelimesi ayet-i kerimelerde net bir şekilde beyan edilir. Bu ayet-i kerimelerden birkaçını nakledelim وَيُحِقُّ اللّٰهُ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهٖ “Allah, hakkı kelimeleriyle gerçekleştirir.” Yunus, 10/82 Bu ayet-i kerimede Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kelimeleri ile hakikati ortaya çıkaracağını, sözlerinin ve delillerinin batılı yok edeceğini belirtmektedir. وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا “De ki Hak geldi, batıl yok oldu.’ Batıl, kesinlikle yok olur.” İsra, 17/81 Cabir ra rivayet ediyor “Nebi sas ile fetih günü Mekke’ye girdik. Allâh’tan başkasına tapınılması için, Kâbe’nin çevresinde ve içinde üç yüz altmış put vardı. Resülullah sas emretti de onların hepsi yüz üstü yere düştü. Resülullah sas, “Hak geldi, batıl yok oldu” ayetini okudu. Daha sonra Kabe’nin içerisine girdi ve iki rekat namaz kıldı. Kabe’nin içerisinde, İbrahim, İsmail ve İshak ase peygamberlere ait tasvirler yer almaktaydı. İbrahim as, elinde fal okları ile resmedilmişti. Bunu görünce Resülullah sas, “Allah cezalarını versin. İbrahim hiçbir zaman fal okları kullanmamıştır” dedi. Daha sonra zâferan getirterek, bu resimleri sildirdi.”[3] Abdullah b. Abbas’ın ra rivayetinde, Efendimiz sas elindeki asa ile bu putlara dokunuyor ve onlar da devriliyorlardı.[4] قَالَ فَالْحَقُّ وَالْحَقَّ اَقُولُ “Allâh Buyurdu ki, Ben Hakk’ım, hep hakkı söylerim.” Sad, 38/84 Bu ayet-i kerimedeki “Hak” kelimesi Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ait esmâ-i hüsnâdandır. “Varlığı hakikî, inkârı mümkün olmayan, mutlaka kabul edilmesi gereken, Zâtı ile kaim, vacip ve değişmekten münezzeh” demektir. اللّٰه هُوَ الْحَقُّ “Allah, Hak’tır” Nur, 24/25 ayet-i kerimesi de bu ism-i şerîfe işaret eder. Bu açıdan, “hak / gerçek” kelimesinin isim hali olan “hakikat / gerçeklik” kelimesi, “asıl, künh” olup, “mecaz” ve “batıl” kelimeleri ile tam bir zıtlık ilişkisi içerisindedir. Dildeki kelimelerin vaz edilme gayesi, öncelikle “hakikat” itibarı iledir. Daha sonra hakikat ifade eden kelimeler, günlük kullanımda bazen “teşbihe / benzetmeye”, bazen de hakikat barındırmayan “mecazlara / yalanlara” dönüşürler. Mesela, “yıldızları senin için topladım” denildiğinde, aslında yalan söylenmiş olur. Çünkü ortada ne yıldız toplama vardır ne de toplanmış yıldızlar bulunmaktadır. Böylece bu sözü söyleyen kişi, karşısındakine yalan temelli bir mecaz ile hitap etmiş olmaktadır. “Mecaz” kelimesi, Halil Ahmed el-Ferâhîdî’nin Kitâbu’l-Ayn’ında[5] ve Ebu Mansur el-Ezherî’nin v. 370/980 ansiklopedik sözlüğü Tehzîbü’l-Lüga’sında,[6] “geçilen mevzi / yer” anlamındadır. Bu durumda, “cümlede mecaz” denildiğinde, “bir kelime için vaz olunmuş yerin / anlamın dışına gitmek” yani “yalan” manası anlaşılır. “Mecaz” kelimesini niçin “yalan söz” olarak tarif ediyoruz? Çünkü, Arap dili gramerine dair, zamanımıza ulaşan ilk hacimli el-Kitâb adlı Kitâbu Sîbeveyh eserin yazarı ve Basra nahiv mektebinin en önemli temsilcisi Ebu Bişr Sibeveyh v. 180/796, “Sözün İstikametli düzgün ya da İmkansız Olması” başlığı altında, “söz” ile ilgili olarak şu beşli taksimi yapıyor “a İstikametli düzgün güzel, b İmkansız, c İstikametli düzgün yalan, d İstikametli düzgün çirkin, e İmkansız yalan. Bu yapmış olduğu ayırım çerçevesinde de şu örnekleri veriyor a İstikametli düzgün güzel “Dün sana geldim. Yarın, sana yine geleceğim.” b İmkansız İlk örnekteki sözün ters çevrilmiş hali “Sana yarın geldim. Dün yine geleceğim.” c İstikametli düzgün yalan “Dağı yüklendim / taşıdım. Denizin suyunu içtim, vb.” d İstikametli düzgün çirkin Kelimenin olması gereken yerde olmaması “Gördüm muhakkak Zeydi”, “İçin Zeyd sana gelmesi” vb. e İmkansız yalan “Denizin suyunu dün içeceğim” gibi.”[7] Ebu Bişr Sibeveyh’in yapmış olduğu bu “söz” tasnifinde, “c” şıkkında yer alan kısım, “mecaz”ın ta kendisidir ve açık bir şekilde cümle ögeleri karışık olmayan “düzgün yalan” olarak nitelendirilmektedir. Nesirlerde ve bilimsel eserlerde, kelimeler ve sözcükler, genellikle gerçek anlamlarıyla kullanılırken, şiirlerde, romanlarda ve günlük dilde ise, çoğunlukla gerçek dışı, süslü yani mecazlı bir söyleyiş vardır. Mesela, “o kadar susamış ki, bardağı bir dikişte bitirdi” cümlesinde, sözü edilen kişi bardağı değil, içindeki suyu içmiştir. “Bardak” sözcüğü, “su” sözcüğünün yerini almıştır. Mecazlı kullanımı ayırt etmenin bir yolu, sözcüğün yeni kazandığı anlamın, gerçekte mümkün olup olmadığına bakmaktır. Mesela yukarıdaki örnekte su içerken bardağın “bitmesi” şöyle dursun, bir parçasının eksilmesi bile düşünülemez. Mecazlı kullanımlar, bilhassa şiirlerde yüksek seviyededir. Mesela Atilla İlhan’ın “Yalnızlık” şiirindeki şu dizeler, gerçek dışı yani “mecazlı / yalan” anlatıma ve anlam kapalılığına bir örnektir “Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır, Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım, Bu gece dağ başları kadar yalnızım, Çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından…” Bilindiği üzere karanlık insanı delirtmez, karanlıkta öyle ihtişam falan da yoktur. Gecenin parmakları söz konusu bile olamayacağı gibi, olmayan parmaklardan çiçek damlaması da bütünüyle hakikat dışıdır ve Sibeveyh’in tasnifi içerisinde imkansız yalan’dır. Yine Necip Fazıl’ın “Sakarya” şiirindeki şu dizeler de böyledir “Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne, Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine; Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için. Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?” Nehrin yokuş çıkması kesinlikle söz konusu olamaz. Nehrin, yokuşu sökmek için yırtınması da yine Sibeveyh’in tasnifi içerisinde imkansız yalan’dır. Peki, böyle söylense ne olur? Bu durum, tamamen kişilerin hayal dünyası ile ilgili, hayali tasvirler olup, böyle söyleyen kimselerin kendi takdirleridir. Böyle söyleyerek kendilerini mutlu ya da mutsuz hissedebilir, hamâsî duygulara kapılabilir ya da üzülebilirler. “Hakikat” kelimesi ise, “asıl, doğru ve gerçek durum, şey ya da şekildir.” Bir başka ifade ile, “var ve gerçek, vakaya mutabık, tasavvur veya hayal olmayıp fiilî olarak var olan, gerçek ve asıl” anlamındadır. İlâhî kelâmda, yani Kur’ân-ı Kerîm’de de bütünüyle asıl olan hakikattir. Mecaz, kelimelerin asıl ve ikinci derecedeki anlamlarının dışında, gerçek olmadığı halde, gerçekle arasında ilgi ve münasebet kurulmak suretiyle, başka bir kavramın oluşturulmasıdır. Mesela; “gönül bülbülü, talih güneşi, para delisi” gibi. Bu cümleler “hakikat dışı” ifadelerdir ve bir nevi yalan yani “mecaz” olarak adlandırılırlar. “Teşbih / benzetme” ise, “manayı kuvvetlendirmek için, aralarında ortak paydalar bulunan iki kelimeden, zayıf olanı kuvvetli olana benzetme” demektir. Teşbihin dört ögesi vardır a Benzeyen Özellik itibarı ile zayıf olandır. b Kendisine benzetilen Özellik itibarı ile güçlü olandır. c Benzetme yönü Aktarılan özelliktir. d Benzetme edatı “Gibi, kadar, sanki, vb.” kelimelerdir. “Göz” kelimesini ele alalım. “Göz” kelimesinin asıl anlamı, insanın baş gözüdür. Ancak bu kelime, “göz ardı etmek” şeklinde kullanıldığında, benzetme yapılarak, “bir şeyi önemsememek, kale almamak” anlamına gelir. Benzetme yönü, insanın çok kıymetli bir uzvu göz, “önem vermeme hali” zayıflık itibarı ile “göz” kelimesine benzetme yapılarak ifade edilmek istenmiştir. Benzetmedeki asıl unsur, anlamdaki “müştereklik / ortaklık” yönü iledir. Yoksa benzetmeler “hakikat ve mecaz” ayrılığı değildir. “Baş” ve “ana” kelimeleri de böyledir. Bu tür kelimeler, anlamları itibarı ile çeşitli cümlelerde müşterek şekilde kullanılır. Ancak bu kullanımın adı “mecaz” değildir. Mesela, Kur’ân-ı Kerîm’deki “salât” kelimesi hem “namaz” hem de “dua” ibadetlerine şamil, birden çok anlam taşıyan müşterek lafızlardandır. Dolayısıyla mecaz değildir. Zira bu anlamlardan her biri, gerçek vazî olup, dolayısıyla başka bir kelimenin anlamının “salât” kelimesine nakledilmiş olması söz konusu değildir. “Hac” ve “zekat” kelimeleri de böyledir. Kur’ân-ı Kerîm’de “teşbih / benzetme” bulunur. مَثَلُ “misal” kelimelerinin geçtiği bütün ayet-i kerimelerde bir teşbih ögesi vardır. Ancak, Kur’ân-ı Kerîm’de “gerçek dışı mecazlar” kesinlikle söz konusu değildir. Kur’ân-ı Kerîm bütünü ile hakikattir. Kendisinde asla bir kapalılık olmayan, çok açık, eğrilik bulunmayan tam bir hikmettir. Bu gerçek şu ayet-i kerimelerde net bir şekilde beyan edilir وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغٖى لَهُ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُبٖينٌ “Biz O’na Peygambere bir şiir öğretmedik. Şiir öğrenmesi O’na yaraşmaz da. O kendisine indirilen kitap, başka değil, sadece bir öğüttür ve doğruya ulaştırmada çok açık bir Kur’an’dır.” Yasin, 36/69 وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَاعِرٍ “Bu Kur’ân Bir şair sözü değildir.” Hâkka, 69/41 Kur’an-ı Kerîm şiir değildir, şiirle en küçük bir alakası da yoktur. Kur’an hakikatleri nerede, şairlerin uydurdukları yalana dayalı mecazlar nerede? Kur’ân-ı Kerîm, camilerde, mescitlerde, mihraplarda, minberlerde okunan, evlerin mutena köşelerinde yapılan ibadetlerde tilâvet edilen, okuyana ve okunana şifa kaynağı öyle yüksek semavi bir kitaptır ki, Allâh’ın cc izni ve inayeti dairesinde, iki cihan kurtuluşuna, onun tilâveti ve pratik hayata tatbiki ile ulaşılır. Bilhassa nefis ve şeytanın dürtülerinden kaynaklanabilen şiir ile Kur’ân arasında, en küçük bir benzerlik bile yoktur. اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهٖ رَيْبَ الْمَنُونِ “Yoksa onlar, O bir şairdir; onun, zamanın felaketlerine uğramasını bekliyoruz’ mu diyorlar?” Tur, 52/30 Bediüzzaman Hazretleri bu ayet-i kerimeyi, “Senin Kur’ân’ın parlak, büyük hakikatlerin, şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinatından müstağnidir” şeklinde yorumlayarak,[8] hayali izafetlerin Kur’ân-ı Kerîm’de yer almamış olduğuna dikkat çekmektedir. حِكْمَةٌ بَالِغَةٌ “Bu Kur’ân Doruk noktasındaki bir hikmettir.” Kamer, 54/5 اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا “Bütün övgüler Allah içindir. O Allah ki, kuluna bu kitabı Kur’ân’ı indirmiş ve onun anlaşılmasını güçleştirecek hiçbir çapraşıklığa yer vermemiştir.” Kehf, 18/1 وَاِنَّهُ لَكِتَابٌ عَزٖيزٌ لَا يَاْتٖيهِ الْبَاطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهٖ تَنْزٖيلٌ مِنْ حَكٖيمٍ حَمٖيدٍ “Şüphesiz o Kur’ân, öyle değerli ve sağlam bir kitaptır ki ona ne önünden ne ardından bâtıl asla yaklaşamaz. O Kur’ân, Hamîd kulları tarafından ebediyete kadar övülen, kemal sıfatları zikredilerek kendisine hamd edilen ve Hakîm son bulması tasavvur edilemeyen, dâimî ve ezelî en yüksek ilme sâhip, künhünü kendisinden başkasının tam manasıyla bilemeyeceği bir ilimle bilen, gerçek hikmet sâhibi Allah’tan indirilmedir.” Fusssilet, 41/41-42 Kur’ân-ı Kerîm’in “mucize” oluş keyfiyeti, burada bazılarını naklettiğimiz ayet-i kerimelerdeki yüksek hakikatler ve büyük kısmı ile de kelimelere dökemediğimiz çok yüksek özellikleri sebebiyledir. Usûlcü Alimlerimiz ve Mecaz-Hakikat Kur’ân-ı Kerîm’de, mecazın varlığını iddia edenler olmuştur. Ancak önemli usûlcü alimlerimiz, sözün hakiki manasına yorulması gerektiğine dikkat çekmektedirler. Şöyle bir soru ile başlayabiliriz. Meşhur usûlcü, müçtehid ve tabileri olan dört mezhep imamından İmam-ı Azam Ebu Hanife v. 150/767, usul-ü fıkıh konusunda ilk eser verenlerden İmam Şafiî v. 204/820, İmam Mâlik v. 179/795 ve İmam Ahmed b. Hanbel’den v. 241/855 hangisi, eserlerinde Kur’ân-ı Kerîm ayetleri için “mecaz ve hakikat” ayırımı yapmıştır? Bu sorunun cevabı açıktır. Elbette hiçbirisi. Ne Evzâiyye mezhebinin kurucusu, fıkıh ve hadis âlimi Ebu Amr Abdurrahman b. Amr b. Yuhmid el-Evzâî’nin v. 157/774 Kitâbü Siyeri’l-Evzâʿî’sinde,[9] Ne tâbiîn asrının kendi adıyla anılan dört fıkıh mezhebi imamından biri, müfessir, muhaddis ve zâhid es-Sevrî el-Kûfî’nin v. 161/778 Tefsîru Süfyâni’s-Sevrî’sinde,[10] Ne müctehid ve muhaddis el-Leys b. Sa’d’ın v. 175/791 ihtilâfü’l-fukahâ kitaplarında, hacimli fıkıh eserlerinde ve hadis mecmualarının şerhlerindeki fıkhî görüşlerinde, Ne hadis, fıkıh ve tefsir âlimi İshak b. Râhûye’nin v. 238/853 usûl ile ilgili görüşlerinde,[11] Ne eserleriyle Hanefî mezhebinin görüşlerini kayıt altına alan müctehid İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin v. 189/805 el-Asl’ında el-Mebsûṭ olarak da bilinir,[12] Allâh’ın cc kelamı “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayrılmıştır. Tabi burada, bilhassa hicri ilk üç asrı kast ediyoruz ki oldukça uzun bir zaman dilimidir. Bu kadar uzun bir zaman diliminde, Allah’ın cc kelamını “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayırmak hiçbir alimin aklına gelmemiş midir? Yoksa daha sonrakiler, dilde ve dinde aslı bulunmayan bir hususu, Mu’tezilî bir alimin ifade etmesi ile peşine takılmış, daha sonra da bu yanlış bakış açısı müteahhirîn ulemada da bir galat-ı meşhura mı dönüşmüştür? Soruyu şu şekilde de sorabiliriz Allah’ın cc kelamını, “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayıran kimselerin, Hadis, Fıkıh, Tefsir gibi İslami ilimlerde ya da şeri delillerden hüküm çıkarmada tabi oldukları meşhur müçtehid bir alim var mıdır? İsterseniz bu soruyu bir de meşhur dil alimlerimiz itibarı ile soralım. Çünkü mecaz ile hakikatin tanınıp ayırt edilmesi konusunda, dili ustalıkla kullananların ve dil âlimlerinin beyanını görmemiz elbette önemlidir. Yedi kıraat imamından biri, Arap dili ve edebiyatı âlimi Ebu Amr B. Alâ v. 154/771, Arap dili gramerine dair zamanımıza ulaşan ilk hacimli el-Kitâb adlı Kitâbu Sîbeveyh eserin yazarı ve Basra nahiv mektebinin en önemli temsilcisi Ebu Bişr Sibeveyh v. 180/796, yine yedi kıraat imamından biri ve nahiv âlimi Meânî’l-Kur’ân adlı eserin sahibi Ali b. Hamza el-Kisâî v. 189/805,[13] Arap dili ve tefsir âlimi Meânî’l-Kur’ân yazarı Yahya b. Ziyad el-Ferrâ v. 207/822,[14] Basra mektebine mensup dil ve edebiyat âlimi Ebu Zeyd el-Ensârî v. 215/830, Basra dil mektebinin önde gelen simalarından şiir ve ahbâr râvisi, dil ve edebiyat âlimi, Asmaiyyat ve el-Müntekâ adlı eserlerin sahibi Ebû Saîd Abdülmelik b. Kureyb el-Asmaî v. 216/831[15] gibi önemli Dil ve Nahiv alimlerimiz, Allah kelamını “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayırmışlar mıdır? Halbuki, bilhassa hicri ilk üç asırda hem usûlcülerimiz hem de dil alimlerimiz, dini hükümleri istinbatta ve dil inceliklerini ortaya çıkarma hususlarında en yetkin insanlardır. Görüldüğü üzere bu alimlerimiz arasında, Allah kelamını “mecaz ve hakikat” olarak iki kısma ayıran tek bir alim bile yoktur. Mu’tezilenin Kur’ân’da Mecaz-Hakikat Ayırımını Başlatması Şimdi bir kimse, mecazü’l-Ḳurʾân konusunda, günümüze ulaşan ilk eserin, Şuûbiyye hareketinin taraftarlarından, Hâricîler’in Sufriyye koluna mensup, bir tek mısraı bile gramer hatası yapmadan okuyamayan, İran’daki Şirvan civarında bulunan Bâcervân köyünden Yahudi asıllı bir aileye mensup, Mamer b. Müsennâ’nın v. 209/824 Mecazü’l-Ḳurʾân’ı[16] olduğunu söyleyebilir! Keza bu konuda günümüze ulaşan ikinci eserin de iyi bir şair ve Şiî İmâmiyye mezhebi içinde rey ile tefsirin öncülerinden olan Şerif er-Radî’nin v. 406/1015 Telhîsü’l-Beyân fî an Mecâzâti’l-Kur’ân’ı[17] olduğunu da söyleyebilir. Ancak eserinin isminde “Mecazü’l-Kur’ân” tabiri geçmesine rağmen Radî, hemen her örnek öncesi “bu istiaredir” demektedir. Bu durum, Şerif er-Radî’nin “mecaz” kelimesini kullanmaktan çekindiğini, izahlarını “istiare” kelimesi ile yapmayı tercih ettiğini göstermektedir. Eserin sadece iki yerinde “bu mecazdır”[18] diyebilmiştir. Müellif, eserinin mukaddimesinde, “eskilerden bu hedefe atış yapmış ve bu gayeye at koşturmuş hiç kimseyi bulamadım”[19] derken, aslında bizim yukarıda anlatmaya çalıştığımız, bilhassa hicri ilk üç asırda, meşhur usûlcü ve müçtehidlerden hiç kimsenin, ayet-i kerimelerde mecaz ve hakikat ayırımına gitmediği gerçeğini doğrudan itiraf etmiş olmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayıranlar, Mu’tezilî ve Şiî alimler ile, bu konuda onlara tabi olmakta mahzur görmeyenlerdir. Müteahhirîn dönemi alimlerinden, Mu’tezilî ve Şiî düşüncede olanlara uyanlar da Allah kelamında bu ikili ayırım yanlışına dahil olmuşlardır. Hâriciyye, Bâtıniyye, İsmâiliyye, Karmatiyye gibi sapkın mezhepler, delillerini ve görüşlerinin temellerini, ayet-i kerimelere mecazî olarak yaptıkları yorumlar üzerine oturtmuşlardır. “Mecaz” kavramını geniş bir şekilde izah etmeye çalışan ilk dilci, en-Nazzâm v. 231/845 ekolünde yetişen Mu’tezile kelamcılarından el-Câhiz el-Kinânî’dir v. 255/869. O, Kitabu’l-Hayevân’ında, mesela Nisa, 4/10 ayet-i kerimesi ile ilgili tahlillerinde, “bu mecazdır” hükmü vermektedir.[20] Peki, Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz bulunduğunu üstelik geniş bir şekilde izah etmeye çalışan el-Câhiz kimdir, nasıl bir insandır? el-Câhiz’in çağdaşı, onu doğrudan tanımış, fakat sapık fikirlerinden dolayı ondan ayrılmış, edebiyat, Kur’an ilimleri, hadis ve tarih sahalarındaki eserleriyle tanınan İbn Kuteybe v. 276/889, Hadis Müdafası Teʾvîlü Muhtelifi’l-Hadîs adlı eserinde, el-Câhiz’ın, Müslümanların aleyhine olacak bilgileri Hristiyanlara göstermek için özel bir gayret sarf ettiğini, imanı zayıf Müslümanları şüpheye düşürmeye çalıştığını, kitaplarında gülünç ve boş şeyler aktardığını ve hadis-i şeriflerle alay ettiğini belirterek şöyle der “Câhiz, bu ümmetin en yalancısı, en çok hadis uyduranı ve bâtıla en çok yardım edenidir.”[21] Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayıranlardan birisi de dilci ve edebiyatçı Ebü’l-Feth Osmân b. Cinnî’dir v. 392/1002. El-Hasâis adlı eserinde Mu’tezili görüşleri benimsemekte, “kulun fiilleri” ile ilgili olarak da şöyle söylemektedir “Kul, kendi fiillerinin yaratıcısıdır.”[22] Bu dil alimimiz, Mu’tezile mezhebinin görüşleri doğrultusunda, kelamı “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayırmakta ve bu husustaki görüşünü sağlamlaştırmak için, “Hakikat ve Mecaz Arasındaki Fark”[23] başlığı altında, kitabının diğer kısımlarında yapmadığı bir şekilde, hakikat ve mecaz arasındaki farkları, kendince uzun örneklerle izah etme yoluna gitmektedir. Bu durum onun, bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’de “mecaz” bulunduğu konusunda, Mu’tezilî bir düşünce taassubu ile hareket ettiğini göstermektedir. Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinde mecazı kabul ederseniz, olmadık yorumlarla karşılaşmanız işten bile değildir. Sadece bir örnek ne demek istediğimizi gösterecektir. ظَهَرَ الْفَسَادُ فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ “Karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır.” Rum, 30/41 Bu ayet-i kerimedeki “kara” kelimesinin insanın dış organlarına, “deniz” kelimesinin de kalbe işaret ettiği söylenebilir mi? Maalesef bu tür mecazî yorumları yapanlar, bu mecazî yorumlara inananlar ve bu batıl ve mecaz yorumlarla amel edenler çıkmıştır. Eşarî kelâmcısı ve usûl-i fıkıh âlimi Seyfeddin el-Âmidî v. 631/1233, fıkıh usulüne dair eseri El-İḥkâm fî Usûli’l-Ahkâm’ında, usulcülerin ayet-i kerimelerde mecazın bulunup bulunmadığı konusunda ihtilaf ettiklerini, Eşarî kelâmcısı ve Şâfiî fakihi Ebu İshak el-İsferâyînî v. 418/1027 ve tabilerinin, ayet-i kerimelerde mecazın varlığını reddettiklerini ancak diğerlerinin kabul ettiklerini, doğru olan görüşün de mecazın kabulü olduğunu söylemektedir.[24] Seyfeddin el-Âmidî, Fahrüddîn er-Razi v. 606/1210, Mâlikî fakihi İbnü’l-Hâcib v. 646/1249 vb. müteahhirîn uleması, Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini “mecaz ve hakikat” olarak ayırırken, hangi meşhur hadis, fıkıh ya da tefsir imamlarına ve usûlcü alimlere dayanmaktadırlar? Mesela, “yüz onbir” rakamı yazıldığında, buradaki “yüz” kelimesi “mecaz”, “onbir” kelimesi de “hakikattir” denilebilir mi? Bilakis cümle, kendi içindeki izafet ile bir anlam kazanır ve “yüz onbir” rakamı kendi anlamını hakiki olarak ifade eder. Görüş ve eleştirileriyle İslâm düşüncesinin gelişmesine önemli katkılarda bulunan âlim ve müctehid Takıyyüddin İbn Teymiyye v. 728/1328, Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz bulunmadığı yönündeki görüşlerini Mecmûatü’l-Fetâvâ adlı hacimli eserinde, çok tafsilatlı bir şekilde ifade etmektedir.[25] İbn Teymiyye’nin en önemli takipçilerinden biri olan İbn Kayyım el-Cevziyye de v. 751/1350 mecazın imkansızlığını, elli bir civarında gerekçe sunarak oldukça uzun bir şekilde izah etmiştir.[26] Şâfiî âlimi Bedreddin ez-Zerkeşî v. 794/1392, El-Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’an adlı eserinde, “şayet Kur’ân’dan mecaz kaldırılırsa, güzelliğinin yarısı yok olur”[27] şeklinde bir cümle kullanıyor. Ancak İslâmî ilimlerin çeşitli dallarında eser veren kıymetli alimimiz Zerkeşî, bu konuda büyük ölçüde yanılıyor. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in, bilhassa şiirlerde ve romanlarda yer alan mecaza, yalana dayalı bir hüsne ve güzelliğe asla ihtiyacı yoktur. Tam aksine, Kur’ân-ı Kerîm’in bütün güzelliği ve göz kamaştırıcılığı, hakikatin bizzat kendisi, kıyamete kadar bütün insanlara hak bir şekilde hitabeti, Allâh’ın cc tam hikmetli mucizevî bir kelamı oluşundan dolayıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz bulunduğu iddiası, وَذٰلِكَ اِفْكُهُمْ وَمَا كَانُوا يَفْتَرُونَ “Bu, onların yalanları ve uydurmakta oldukları şeylerdir” Ahkâf, 46/28 nass-ı şerifinin işareti ile, boş ve yalandır. Allah’ın kelamına bu şekilde yalan isnat edenler, فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا “Uydurdukları yalanı, Allah’a isnat eden kimseden daha zalimi olabilir mi?” Enam, 6/144; Araf, 7/37; Yunus, 10/17; Kehf, 18/15 ayet-i kerimesinin muhatabı olmaktan korkmalıdırlar. Çünkü kelimeyi mecaza hamletmek demek, onun anlam kökünü tahrif etmek, bir sözü anlam itibarı ile olması gerektiği yerden alıp, onun yerine heva ve hevesin istediği başka “uydurma / yalan” bir sözü getirme demektir. Bu durum, kelimelerin yersiz ve yurtsuz hale dönüştürülmesinden başka bir şey değildir. يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهٖ “Konulmuş oldukları anlamları değiştirip Kelimeleri, tahrif ederek onları anlam mevzilerinden uzaklaştırırlar” Nisa, 4/46; Maide, 5/13, 41 ayet-i kerimesi de bu hususu anlatır. Bazıları, özellikle hicri ilk üç asırda, önde gelen İslam alimlerinin Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz ve hakikat şeklinde bir ayırım yapmamış olmalarını, “henüz Kur’ân ilimlerinin tedvin dönemi başlamamıştı” şeklinde gerekçelendirmek istemektedirler. Ancak bu iddia da bütünü ile yanlıştır. Çünkü bilhassa nüzul dönemindeki Arapların en övündükleri hususlardan birisi de şiirlerinde mecazı bolca kullanıyor olmalarıdır. Şayet cahiliye döneminde, yedi veya on şaire ait seçkin kaside koleksiyonuna verilen ad olan meşhur “muallakât” dizeleri ya da dil alimi Harîrî’nin v. 516/1122, toplumdaki eksiklik ve çelişkilere dikkat çekmek amacıyla, Ebu Zeyd es-Serûcî adlı hayalî kahraman adına uydurduğu hikayelerle dolu Makâmât’ı incelenirse, o şiirlerde ve nesirlerde mecazın hemen her tonu rahatlıkla görülecek, mecazın nasıl yalana dayalı ifadeler olduğu müşahede edilecektir. Şimdi, Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz anlam ifade ettiği öne sürülen bazı ayet-i kerimelere kısaca bakmaya çalışacağız. Mecaz Anlam Taşıdığı İddia Edilen Ayet-i Kerîmelerden Bazı Örnekler Birinci Işık هُوَ الَّذٖى يُرٖيكُمْ اٰيَاتِهٖ وَيُنَزِّلُ لَكُمْ مِنَ السَّمَاءِ رِزْقًا وَمَا يَتَذَكَّرُ اِلَّا مَنْ يُنٖيبُ “O, size ayetlerini gösteren, sizin için gökten rızık indirendir. Ancak O’na yönelen, düşünüp ibret alabilir.” Mümin, 40/13 Bu ayet-i kerime vesilesi ile, anlam tabakalarını sathi bir şekilde de olsa görmeye çalışalım 1. İlk seviye anlayışı İnsanlardan bir kısmı, bu ayet-i kerimeyi gördüklerinde şöyle demektedirler “Ayette geçen وَيُنَزِّلُ لَكُمْ مِنَ السَّمَاءِ رِزْقًا sizin için gökten rızık indirendir’ cümlesi, asli ve hakikî anlamı ile anlaşılmaya çalışılırsa, mecazdan’ uzaklaşılmış ve lafzi bir çeviri yapılmış olur ki bu da ayet-i kerimede kast edilen amaca aykırı olur. Çünkü Allah, gökten rızkı direkt göndermez. Ancak rızka sebep olacak yağmuru gönderir.’ Yani, ayet-i kerimeyi böyle anlayan kişi, rızıklandırılmanın ancak yağmur sebebi ile olabileceğine inanmakta, hakikatin dışına çıkarak mecaza yönelmektedir. Böyle bir anlayış seviyesi, çeşitli mahzurları içerse de bu seviyedeki bir kimsenin dikkat etmesi gereken asıl önemli nokta şudur Zeyd b. Hâlid el-Cühenî’nin rivayetine göre Efendimiz sas, Hudeybiye’de gece yağan bir yağmur akabinde sabah namazını kıldırdı. Namazı bitirince Ashab-ı Kiram’a doğru döndü ve “Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler. Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu nakletti “Kullarımdan bir kısmı, mümin olarak sabahladığı gibi, bir kısmı da kâfir olarak sabahlamıştır. Allah, fazlı, keremi ve rahmetiyle bize yağmur yağdırdı’ diyenler, işte bunlar bana inanan, yıldızların yağmur yağdırabileceğine inanmayanlardır. Ama, bize filan yıldızın etkisiyle yağmur yağdırıldı’ diyenlere gelince işte bunlar, beni inkâr edip yıldızlara inanlardır.”[28] 2. İkinci seviye anlayışı İnsanlardan bir kısmı da وَيُنَزِّلُ لَكُمْ مِنَ السَّمَاءِ رِزْقًا Sizin için gökten rızık indirendir’ cümlesi ile, gökten inen yağmuru, atmosferde cereyan eden rüzgar çeşitlerini, dünyanın fezada derviş gibi deveranı neticesinde gece ve gündüzün oluşmasını, hayatın temel unsurlarından güneşin bitkilerdeki fotosentezi gerçekleştirmesini, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin daha pek çok hikmetle varlık dünyasını insanın emrine musahhar kılmasını, bizleri sayılamayacak sebepler neticesinde rızıklandırıyor olmasını’ anlayarak, çok katmanlı bir düşünce seviyesine Allâh’ın izni ile çıkmış olur. 3. Üçüncü seviye anlayışı Bu seviyedeki inançlı birey, Allâh’ın cc rızık’ kelimesini sema’ kelimesi ile yan yana getirmesinden, şu ayet-i kerimelere bakarak, arş-ı azam semasından nâzil olan Kur’ân-ı Kerîm’in ve içerisindeki ışığın asıl ve hakiki bir rızık olduğunu düşünür اَفَبِهٰذَا الْحَدٖيثِ اَنْتُمْ مُدْهِنُونَ وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ اَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ “Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz ve Kur’ân’dan istifade edeceğiniz yerde rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz sizin ondan elde ettiğiniz nasip, sadece onu yalanlamanız mıdır?” Vâkıa, 56/81-82 وَفِى السَّمَاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ “Gökte, sizin rızkınız ve size vaat olunan şeyler vardır.” Zariyat, 51/22 4. Dördüncü seviye anlayışı Bu seviyedeki insan tam bir muvahhiddir. Bu seviye, başta peygamberan-ı izam hazeratının ase ve daha sonra da sırası ile bu yüce kametlere benzeyenlerin bulunduğu bir seviyedir. Bu düşünce seviyesindeki ışık şahsiyetler, Allâh’ın cc kendilerine vasıtasız olarak gökten rızık indirdiğine / indirebileceğine şeksiz bir şekilde inanır, hayatlarında da bu gerçeği biiznillâh yaşarlar. Mesela İsa as, اللّٰهُمَّ رَبَّنَا اَنْزِلْ عَلَيْنَا مَائِدَةً مِنَ السَّمَاءِ “Ey Allahım! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir” Maide, 5/114 diye dua edip de Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri اِنّٖى مُنَزِّلُهَا عَلَيْكُمْ “Onu sofrayı kesinlikle size indiriyorum” müjdesini verdiğinde ve bu mucizevi keyfiyet Kur’ân-ı Kerîm’de “Maide Suresi” diye anıldığında böyledir. Keza yine ulü’l-azm ve üsve-i hasene peygamber İbrahim as, وَالَّذٖى هُوَ يُطْعِمُنٖى وَيَسْقٖينِ “O’dur ki, beni yediriyor ve içiriyor” Şuarâ, 26/79 derken, tevhid-i mahz içinde, rızkın geliş yönünü وَهُوَ الَّذٖى فِى السَّمَاءِ اِلٰهٌ وَفِى الْاَرْضِ اِلٰهٌ “Gökte İlâh O’dur, yerde İlâh O’dur” ayet-i kerimesi ve benzer diğer ayet-i kerimelerin penceresinden bakarak, mecaz olmadığını görür ve hakikati bütün parlaklığı ile anlar. Sadece peygamberler ase değil, mesela Allah’ın cc, ibadetleri vesilesi ile seçkin kıldığı, pâk bir şekilde ve tertemiz büyüttüğü Ali İmran, 3/37, 42 Hz. Meryem validemiz de böyle yüksek bir rızıklandırılma keyfiyeti ile şereflenmekteydi كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًا قَالَ يَا مَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هٰذَا قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ “Zekeriya, Meryem’in bulunduğu mihraba her gelişinde, onun yanında bir yiyecek bulurdu. Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?’ derdi. O da Bu Allah tarafından, şüphe yok ki Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır’ derdi.” Ali İmran, 3/37 Aynı zamanda bu nadide ve seçkin şahsiyetlerin yolundan giden kutup insanlardan da hem geçmişte hem de günümüzde böyleleri vardır. Örneklerle fazlaca uzatmamak için arife işaret yeter’ deyip kısa kesiyoruz. Böylece, çeşitli anlam tabakalarından geçerek, mecazı gerektirmeyen ilk ve zahir anlam noktasına dairesel bir şekilde dönmüş olduk. İkinci Işık Kur’ân’da mecaz vardır’ diye iddia edenlerin sıklıkla başvurdukları diğer bir ayet-i kerime gurubu da şöyledir 1. صُمٌّ بُكْمٌ عُمْیٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ “Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık dönmezler.” Bakara, 2/18 2. وَمَنْ كَانَ فٖى هٰذِهٖ اَعْمٰى فَهُوَ فِى الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَبٖيلًا “Kim bu dünyada kör ise, artık o, ahirette de kördür ve yol bakımından daha sapıktır.” İsra, 17/72 Özellikle ikinci ayet-i kerimede mecaz bulunduğunu iddia edenler, şöyle bir hikayeye de başvururlar Zamanında a’ma birisi, ilmine güvendiği kimseden, bu ayet-i kerime münasebeti ile, a’ma kimselerin ahirette de a’ma olup olmayacaklarını anlamak istemiş, müracaat ettiği kimse de bu ayette mecaz bulunduğunu, zahir anlamın hakikat olmadığını söylemiş.’ Bu hikayeyi anlatan kişi kendince hem mecazı ispat etmiş oluyor hem de a’ma insanı ahirette körlükten kurtarmış oluyor. Kur’ân-ı Kerîm’e bütüncül bir şekilde bakılmadığı zaman, bu tür sığ anlayışlarla karşılaşmak mümkündür. Çünkü a’ma konusu, şu ayet-i kerimeler ile birlikte değerlendirilmeliydi اَفَلَمْ يَسٖيرُوا فِى الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتٖى فِى الصُّدُورِ “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? Dolaştılar, ama ibret almadılar. Çünkü gözler değil, göğüslerdeki kalpler kalp gözleri kör olur.” Hac, 22/46 وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْرٖى فَاِنَّ لَهُ مَعٖيشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَنٖى اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَصٖيرًا “Her kim benim zikrimden yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu, kıyamet gününde kör olarak diriltiriz. O da şöyle der Rabbim! Dünyada gören bir kimse olduğum hâlde, niçin beni kör olarak dirilttin?” TâHê, 20/124-125 Demek ki Kur’ân-ı Kerîm, mecaz vardır diye zikredilen bu ayet-i kerimelerde, biyolojik körlükten değil, kalplerdeki hakiki körlükten bahsetmektedir. Diğer durum, yani dünyevi / biyolojik körlük, ayrıca engellilik ve maddi rahatsızlıklar konusunda ise, Kur’ân-ı Kerîm’in yüksek seviyede kolaylaştırıcı ve tabir caiz ise pozitif ayırımcılığı şu ayet-i kerime iki yerde geçer ile açık bir şekilde sabittir لَيْسَ عَلَى الْاَعْمٰى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْاَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَرٖيضِ حَرَجٌ “Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya da güçlük yoktur.” Nur, 24/61; Fetih, 48/17 Üçüncü Işık Kur’ân-ı Kerîm’de mecazi beyanların bulunduğunu iddia edenlerin başvurdukları diğer bir ayet-i kerime de şöyledir وَاسْأَلِ الْقَرْيَةَ “Şehre sor…” Yusuf, 12/82 Bu ayet-i kerimede mecaz olduğunu iddia edenler, أهلَ “halk” kelimesinin hazf edildiğini, bu hazif sebebi ile “şehir” kelimesinin “halk” kelimesi yerine geçerek, mecazî anlamın ortaya çıktığını öne sürmektedirler. Halbuki bu gibi beyanlarda hem sözün ortadan kaldırılması yoktur hem de iç ve dış birlikteliğinin beraberce kast olunması vardır. Tıpkı bir kimsenin “insan” kelimesi ile, onun hem biyolojik hem de ruhsal bedenini beraberce ifade etmiş olması gibi. Biri olmadan diğerinin olamayacağı açıktır. Ya da “şehir” denildiğinde, o coğrafyadaki maddi mekanların içerisinde meskun bulunan insanların beraberce kast edilmiş olması gibi. Çünkü hiç kimsenin bulunmadığı, iskanın olmadığı bir yere zaten “şehir” denmez, denmemektedir. Bu açıdan, şayet lafız diğer bir kelimeye izafe ediliyorsa, izafe edilene ait, ona has bir manaya delalet eder. Dolayısı ile “bu mecazdır, bu hakikattir” şeklinde yapılan ayırım burada da yanlıştır. Dördüncü Işık اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَالْاِشْرَاقِ “Gerçekten biz, dağları onun Davud peygamberin emrine bağlı kıldık da akşamleyin ve kuşluk vakti onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sad, 38/18 Bu ayet-i kerimede, dağların Hz. Davud as ile birlikte tesbih ettikleri beyan edilmektedir. Şimdi, kelimeyi asli anlamından çıkarmak ve uzaklaştırmak, böylece İslam düşüncesi üzerinde tereddütler oluşturmak isteyen bir kimse, “dağların tesbih etmesi” hakikatini mecaza çevirmek isteyebilecektir. Ayet-i kerimedeki temel hakikat ile ilgili olarak, Bediüzzaman Hazretlerinin şu güzel yorumunu aktarmak istiyoruz “Cenâb-ı Hak, Hazreti Davud’un as tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip birer muazzam fonograf misillü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihât ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir? Evet hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünkü aks-i sadâ vasıtasıyla dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de. Dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Madem bu kabiliyeti, Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir; elbette o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sümbüllenir. İşte Hazreti Dâvud’a as risâletiyle beraber hilâfet-i rûy-u zemini, müstesna bir surette ona verdiğinden; o geniş risâlet ve muazzam saltanata lâyık bir mucize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki; çok büyük dağlar, birer nefer, birer şâkirt, birer mürid gibi Hazreti Dâvud’a as iktidâ edip O’nun lisanıyla, O’nun emriyle Hâlık-ı Zülcelâl’e tesbihât ediyorlardı. Hazreti Dâvud as ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı.”[29] Beşinci Işık فَوَجَدَا فٖيهَا جِدَارًا يُرٖيدُ اَنْ يَنْقَضَّ فَاَقَامَهُ “Musa ve Hızır alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselam, yolculukları esnasında Yıkılmak isteyen bir duvar buldular. Hızır Onu hemen doğrultuverdi tamir etti.” Kehf, 18/77 Mecazı kabul edenler, duvarın canlı olmadığını, “irade / isteme”nin canlılara ait bir özellik olduğunu gerekçe göstererek, duvarın yıkılma meylini ifade etmek üzere “irade” kelimesinin kullanılmasının “mecaz” olduğunu söylemektedirler. Burada duvara ait “irade” unsurunu, “mecaza” hamletme yanlıştır. Çünkü tam olarak bir hakikatten haber verilmektedir. Cansız görünen nesnelerin, aslında bizim anlamadığımız bir tarzda iradeleri ve hatta tesbihleri olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm bize şöyle haber verir تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَیْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلٖيمًا غَفُورًا “Yedi gökler, yer ve bir de bunlar içinde bulunanlar Allah’ı tesbîh ederler. Her şey O’nu hamd ile tesbih etmektedir. Fakat siz, onların tesbihlerini dillerini bilmediğinizden anlamamaktasınız. O gerçekten Halîm kullarının isyanlarını, emirlerine uymayışlarını görüp bildiği halde onları şiddetle cezalandırmayıp yumuşak davranan, Gafûr’dur çok mağfiret eden, çok şefkat gösteren, bağışlayan, yarlıgayandır.” İsra, 17/44 Cansız gördüğümüz kütükler dahi bir iradeye, bir tesbihe, hatta duygulara sahiptir. Bu hakikat ile ilgili oldukça dikkat çekici bir hadise, Efendimiz’in sas hayat-ı seniyyelerinde mevcuttur. Şöyle ki Cabir ra anlatıyor Resülullah sas hutbelerini bir hurma kütüğünün üzerine dayanarak verirdi. Marangoz çalışanı olan Ensarî bir kadın “Ya Resulallah! Benim marangoz bir çalışanım var. İsterseniz sizin için, üzerinde hutbe okuyacağınız bir minber yaptırabilirim. Olur mu? dedi. Resülullah da sas “Olur” dedi. Resülullah için minber yapıldı. Cuma günü geldiğinde, artık o minberin üzerinde hutbe okumaya başlamıştı. İşte bu esnada daha önce üzerinde durduğu kütük, bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resülullah sas minberden indi, hurma kütüğünü kucakladı. Kütük sakinleşti ve Efendimiz sas “Bu, yanında yapılan zikri dinlemekten uzak kaldığı için ağladı” dedi.”[30] İbnu Büreyde’nin babası, Hz. Peygamber’in sas bu hurma kütüğünün üzerine elini koyup şöyle dediğini rivayet etmiştir “İstersen, yüce Allah’a dua edeyim. Seni, eskiden olduğun yere geri dikeyim. İstersen, seni Cennete dikeyim, Cennet ırmaklarından ve pınarlarından sulanır, orada güzelce yetişir ve meyve verirsin. Allah’ın sevgili kulları da meyvenden yerler. Nasıl istersen öyle yapayım” dedi. Resülullah “Olur, öyle yapayım, olur öyle yapayım” dedi Bunun üzerine Resülullah’a sas, kütüğün neyi istediği soruldu “Cennete dikmemi istedi” buyurdular.[31] İbn Teymiyye Hazretleri de “irade” kelimesinde mecaz olduğu iddiasına, gramer itibarı ile şöyle cevap vermektedir “İrade kelimesi, bilinçli bir meyli ifade etmek için kullanılırsa, bu canlı varlıkların meyli, bilinçsiz bir meyli ifade etmek için kullanılırsa, bu da cansız varlıkların meyli olur. “Çatı yıkılmak istiyor”, “toprak sürülmek istiyor”, “ekin sulanmak istiyor”, “meyve toplanmak istiyor” ve “elbise yıkanmak istiyor” cümlelerinde olduğu gibi, bu türlü kullanımlar dilde yaygın olarak bulunmaktadır.”[32] Altıncı Işık İbn Kuteybe v. 276/889, Te’vîlü Müşkili’l-Kur’ân adlı eserinde, mecazı yalan ile denk tutanları, dili bilmemek ve yanlış bir bakış açısına sahip olmakla suçlamakta ve şöyle demektedir “Eğer mecaz, yalan olsaydı, cansız varlıklara nispet edilen bütün fiiller batıl olur, sözlerimizin çoğu fasit olurdu. Çünkü biz bakla yeşerdi”, ağaç uzadı’, meyve olgunlaştı’, fiyatlar düştü’ gibi ifadeler kullanırız.”[33] Bu kıymetli alimimize ve günümüzde onun gibi düşünenlere cevabımız şudur Evet, Allâh’ı cc anma, Kur’ân okuma ve ibadetle meşgul olma dışında, günlük konuşmalarımızın ve bu konuşmalarda kullandığımız kelimelerin / sözlerin bir kısmı boş ve batıldır. İnsanların günlük konuşmaları, bazen isteyerek bazen de istemeyerek yalana dayalıdır ve hakikat dışıdır. Kur’ân-ı Kerîm, insanların dillerindeki yalana alışkanlık durumunu şöyle haber verir لِمَا تَصِفُ اَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ “Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı…” Nahl, 16/116 Kur’ân-ı Kerîm, insanların konuşmalarındaki bu nakıs ve bazen istemeden de olsa yalana dayalı ve mecaz örgülü halin, bütünü ile dışındadır. O, mecaza asla yer vermeyen doruk noktasındaki bir hikmettir. İsterseniz İbn Kuteybe’ye ve günümüzde onun gibi düşünenlere, bir başka yetkin alimimiz, Arap belâgatı teorisyeni Hatib Kazvinî’nin v. 739/1338 dili ile cevap verelim Kazvinî, El-İzâh fî Ulûmi’l-Belâga’da, vakıaya uygun olması / olmaması ve konuşanın inancı açısından, zahir görünen bir sözün dört şekilde olabileceğini şöyle belirtir “Birincisi Konuşmanın hem vakıaya hem de itikada uygun olmasıdır “Allah, otları yeşertti” ya da “Allah, hastayı iyileştirdi” demesi gibi. İkincisi Konuşmanın vakıaya uygun, konuşanın itikadına uygun olmamasıdır. Mesela, Mutezile’ye mensup birinin, kendi inancını saklayarak şöyle demesi “Bütün fiillerin yaratıcısı Allah Teâlâ’dır.” Üçüncüsü Konuşmanın itikada uygun, ama vakıaya uygun olmamasıdır. Cahil birinin, şifanın doktordan olduğuna inanarak şöyle demesi gibi “Doktor hastayı iyileştirdi.” Ya da inançsızların düşüncesini aktaran şu ayeti kerimede olduğu gibi وَمَا يُهْلِكُنَا اِلَّا الدَّهْرُ “Bizi ancak zaman helâk eder.” Câsiye, 45/24 Dördüncüsü Konuşmanın hem itikada hem de vakıaya uygun olmamasıdır. Konuşanın açıkça yalan söylemesi, muhatabının bilmemesine rağmen, kendisinin yalan söylediğinin farkında olması.”[34] Şimdi, İbn Kuteybe’nin, Te’vîlü müşkili’l-Kur’ân’ında “dili bilmemekle” suçladığı insanların anlatmaya çalıştığı husus, tam da Kazvinî’nin yukarıdaki tasnifinde üçüncü gurupta yer alan ve “konuşanın itikadına uygun olması çünkü cahildir, ama vakıaya uygun olmaması” durumu değil midir? Yani “hastayı iyileştiren doktor mu yoksa Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri midir? Buradaki “hakikat” nedir? Şayet “hakikat”, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin şifa verip iyileştirmesi ise, “doktor iyileştirdi” cümlesi hakikat dışı ve aslında yalana dayalı bir söz değil midir? Tasavvuf ve İslâm düşünce tarihinde büyük etkileri bulunan sûfî müellif İbn Arabi Hazretleri v. 638/1240, bu mevzunun çerçevesine uyan, bilhassa müteşabih ayet-i kerimeler itibarı ile mecaza gidenlere karşı şöyle bir yorum yapar “Cenâb-ı Allâh’ı takdis ve tenzih etmeyi, O’nun benzerini ve bir şeye benzemesini reddetmeyi bilen muhakkik bir arif, Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinde ve hadis-i şeriflerde Cenâb-ı Allâh’ı zaman, yer, yön ve mekanla niteliyor gibi görünen beyanlarda bir kapalılık görmez. Çünkü mekanlar, yönler, lafızlar, harfler ve kelime sonuna gelen ekler, bunlarla konuşan, bunları dinleyen her şey ve herkes, Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri tarafından yaratılmıştır. Bunu bilen muhakkik, teşbih ya da temsil ifade eden edatlar, Hak Teâlâ’ya izafe edildiğinde başka bir anlama geldiklerini, hakikatin teşbih ve temsili asla kabul etmeyeceğini bilir. Alimlerin birbirlerine üstünlüğü de işte bu gibi lafızları Hakk’a yaraşmayan anlamlardan uzaklaştırmalarına göredir. Tenzih düşüncesindeki bir gurup alim bu ifadelerin bilgisini Allâh’a havale etmiş, yine tenzih düşüncesindeki başka bir gurup, aklî anlamda bu ifadeleri Hak Teâlâ açısından uygun görmemiş, bir başka gurup, karine ile tenzih düşüncelerini güçlendirmiş, bir başka üstün gurup ise İbn Arabi, bu gurup için “arkadaşlarımız” tabirini kullanıyor, kalplerini fikirden ve teorik düşüncelerden arındırmış, edep, murakabe, huzur ve gelecek olan varidatı kabule hazır bir şekilde, Allâh’ı cc zikir ile O’nun huzurunda oturmuşlardır. Böylece Hak Teâlâ, keşif ve kesinlik yolu ile, bu kimselerin eğitimlerini üstlenmiştir. وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ “Allâh size öğretiyor” Bakara, 2/282, اِنْ تَتَّقُوا اللّٰهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا “Eğer Allah’tan korkup kötülüklerden sakınırsanız, O size bir furkan iyiyi kötüden, hayrı şerden, doğruyu eğriden, sevabı günahtan, temizi murdardan, hakkı bâtıldan ayıran bir ölçü, kıstas, bilgi, marifet verir.” Enfal, 8/29, وَقُلْ رَبِّ زِدْنٖى عِلْمًا “Rabbim, bilgimi artır, de.” TâHê, 20/114 ayet-i kerimeleri bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu gurup, kalp ve himmetleri ile Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine yöneldikleri, O’na sığındıkları, başkalarının tutunduğu araştırma, inceleme ve aklî sonuçları kalplerinden attıklarında, akılları selim, kalpleri temiz ve boş hale gelmiştir. Bu istidat meydana geldiğinde ise, Hak Teâlâ onlara muallim olarak tecelli etmiş, bu kelime ve kavramların ne anlama geldiklerini müşahedeye onları muvaffak kılmıştır. İşte bu durum, bir nevi mükaşefedir.[35] Sonuç “Kün feyekün” Bakara, 2/117; Ali İmran, 3/47, 59; Enam, 6/73; Nahl, 16/40; Meryem, 19/35; YâSîn, 36/82; Mümin, 40/68 “Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz vardır” iddiası, hicri ilk üç asırda görülmezken, daha sonraları İslam’a ve Müslümanlara bilinçaltında husumet besleyen, bu düşmanlıklarını Müslümanmış gibi görünerek izhar etmek isteyenler ile bilhassa Mu’tezilî alimler tarafından ortaya atılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, daha önceki din mensuplarından, kalpleri eğrilik ve maraz içerisinde olanların, kendilerine nazil olan ilahi kitaplardaki kelimeleri gerek mecaz ve gerekse de başka gerekçelerle, konuluş mevkilerinden uzaklaştırmış olmalarını kınamıştır. Asıl anlamları terk edip ya da üzerinden geçip, -ki “mecaz” kelimesi bu “geçiş” manasına dayanarak türetilmiştir- bir başka anlamı o kelimeye “mecaz var” diyerek giydiren, Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz olduğunu savunanlar, yanlış içerisindedirler. Çünkü her şeyden önce lafzı / kelimeyi, hakiki manadan mecaza taşımayı gerektirecek şerî bir delil olması gerekmektedir. Allah Teâlâ, kendi kelamını belli manalar için vaz’ edip, sonra onları başka manalara nakletmemiş, O’nun kelamı insanların vaz’ına da tabi olmamıştır. Biz günlük konuşulan dilde ve edebiyatta değil, ayet-i kerimelerde mecaz yoktur diyoruz. Günlük dilde ya da edebiyatta, yalana dayalı mecaz bolca ve istenilmediği kadar mevcuttur. Mecaz, Kitap ve Sünnet’in delâlet ettiği asıl anlamları soyutlayıp tecrit eden, Allah’ın Zâtını âlî sıfatlarından “mecaz var” diyerek iptal eden Muattıla ve benzerlerinin sığınağıdır. Bilhassa Bâtınıyye adı altında toplanan çeşitli gruplar, dinî nasları makul, sabit bir esasa ve yönteme bağlı kalmadan mecaza yönelmiş, olmadık anlamlar çıkarmış, daha ileri giderek Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsını ve sıfat-ı ulâsını bile kabul etmez duruma düşmüşlerdir. “Mecaz vardır” diyerek yapılan tahrif, kelimenin, ilk ve gerçek anlamından uzaklaşılması, söz ve kelimelere başka anlamlar yüklenmesi, birtakım şüpheler üretilerek yanlış ve sapık yorumlara dalınması, kelimelerin hak ve gerçek anlamlarından uzaklaştırılması, onlara bâtıl anlamların yerleştirilmesidir. Çıkarcı ve müfsit kimseler, Kur’ân-ı Kerîm’deki bir kelimenin kendisini değiştiremeyince, vaz’ edildiği ilk, gerçek ve asıl anlamı, sahih ilâhî içeriği, sapık ve batıl yorumlarla değiştirmeye teşebbüs etmektedirler. Kur’ân-ı Kerîm ayetleri karşısında, arif bir şahsiyet, gönülden gelen bir inanç içerisindeyken, ayet-i kerimelerin anlamlarını tahrif etmek isteyen kimseler mecaza dalmışlardır. Mecaz karşıtı tutumumuzun yöneldiği yer, mecaz diyerek ayet-i kerimelerin yorumlarında aşırıya gidenler, şer’î ya da aklî hiçbir gerekçeye dayanmaksızın ayet-i kerimelerde yer alan kelimeleri, görünen anlamlarından farklı anlamlara taşıyanlardır. Çünkü, ayet-i kerimelerde bulunan bir kelimenin mecaz olduğunu söylemek, batıl hükümlerin çıkarılmasına ve yaygınlaştırılmasına kapı açacaktır. Tarih içerisinde günlük dilde kendisine göre bir kullanım alanı bulunan mecaz kaidesini, Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan “haşir, hesap, cennet, cehennem, kıyamet, vb.” ile ilgili âyet-i kerimelere uygulayarak, hakiki anlamlarından uzaklaştıran, tamamen mecazî manaya hamletmeye çalışan, bu kavramların sembolik ve zuhur zamanlarına ait olduklarını öne sürenler olmuş ve elan da olmaktadır.[36] Kur’ân-ı Kerîm, وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ “Dünya hayatı, çoğunlukla aldanılan bir sermayedir” Ali İmran, 3/185; Hadîd, 57/20 buyururken, dünyevi imkanlar karşısında aldanma ihtimalinin büyüklüğüne, dünya hayatının mecazi yönüne, ahiret hayatının hakikat olduğuna dikkat çeker. Dünyanın mecazi yönü, aldanmalar kuşağıdır. Dolayısı ile insanın asıl vazifesi, hakikate talip olma, Allâh’ın cc izni ve inayeti ile O’nun rızası ve hidayeti dairesinde kalma çabası göstererek hakikate ehil hale gelmedir. Hz. Ali’nin ra, Efendimiz’den sas rivayet ettiği, efradını cami ağyarını mani onlarca maddede, veciz bir şekilde beyan buyurmuş olduğu Kur’ân-ı Kerîm tarifini, bir de İbn Abbas’ın ra yine Efendimiz’den sas rivayetle, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin sözünün yani Kurân-ı Kerîm’in hak / hakikat olduğunu -ki mecaz değildir demektir- beyan eden duasını, yazımıza hüsn-ü hatime yapalım عَنْ عَلِيٍّ قَالَ سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ أَلاَ إِنَّهَا سَتَكُونُ فِتْنَةٌ قَالَ قُلْتُ فَمَا الْمَخْرَجُ مِنْهَا يَا رَسُولَ اللَّهِ ؟ قَالَ كِتَابُ اللَّهِ فِيهِ نَبَأُ مَا قَبْلَكُمْ وَخَبَرُ مَا بَعْدَكُمْ وَحُكْمُ مَا بَيْنَكُمْ ، هُوَ الْفَصْلُ لَيْسَ بِالْهَزْلِ مَنْ تَرَكَهُ مِنْ جَبَّارٍ قَصَمَهُ اللَّهُ، وَمَنِ ابْتَغَى الْهُدَى فِي غَيْرِهِ أَضَلَّهُ اللَّهُ وَهُوَ حَبْلُ اللَّهِ الْمَتِينُ وَهُوَ الذِّكْرُ الْحَكِيمُ، وَهُوَ الصِّرَاطُ الْمُسْتَقِيمُ هُوَ الَّذِي لاَ تَزِيغُ بِهِ الأَهْوَاءُ وَلاَ تَلْتَبِسُ بِهِ الأَلْسِنَةُ وَلاَ يَشْبَعُ مِنْهُ الْعُلَمَاءُ وَلاَ يَخْلَقُ عَلَى كَثْرَةِ الرَّدِّ، وَلَا تَنْقَضِي عَجَائِبُهُ ، هُوَ الَّذِي لَمْ تَنْتَهِ الْجِنُّ حِينَ سَمِعَتْهُ أَنْ قَالُوا إِنَّا سَمِعْنَا قُرْآنًا عَجَبًا * يَهْدِي إِلَى الرُّشْدِ فَاٰمَنَّا بِهٖ، مَنْ قَالَ بِهِ صَدَقَ وَمَنْ عَمِلَ بِهِ أُجِرَ وَمَنْ حَكَمَ بِهِ عَدَلَ وَمَنْ دَعَا إِلَيْهِ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ Hz. Ali ra rivayet ediyor Resülullah’tan sas’den işittim şöyle buyurmuştu “Dikkat edin büyük bir fitne olacaktır!” “Bu fitneden kurtuluş nasıl olacaktır, Ey Allah’ın Resulü!” dedim. Şöyle buyurdular “Allah’ın Kitabına sarılmakla. Çünkü onda, sizden öncekilerin mühim haberleri, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü bulunmaktadır. O hak ile batılı birbirinde ayıran kesin bir hüküm olup saçmalama değildir. Her kim, bir zorba sebebiyle ondan uzaklaşırsa, Allah onun işini bitirir. Allah, Kur’an’dan başka doğru yol arayanı sapıklığa düşürür. O, Allah’ın sağlam ipidir. O, hikmet dolu sözlerdir. O, sırat-ı müstakimdir. Kur’ân, arzu ve isteklerin bozamadığı, dillerin karışıklığa düşüremediği, ilim adamlarının kendisine doyamadığı, fazla tekrarlamakla eskimeyen, hayranlık veren yönleri bitip tükenmeyendir. O öyle bir kitaptır ki, cinlerden bir gurup onu dinleyince şöyle demek mecburiyetinde kalmışlardır “Şüphesiz biz, doğruya ileten, hayranlık verici bir Kur’an dinledik. Ona derhal inandık.” Cin, 72/1-2 Ona dayanarak konuşan doğruyu söyler. Onunla amel eden, sevap kazanır. Onunla hükmeden, adaletli olur. Ona davet eden doğru yola iletilmiş olur.”[37] عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ ـ رضى الله عنهما ـ قَالَ كَانَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم إِذَا تَهَجَّدَ مِنَ اللَّيْلِ قَالَ اللَّهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ قَيِّمُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ رَبُّ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ، أَنْتَ الْحَقُّ، وَوَعْدُكَ الْحَقُّ، وَقَوْلُكَ الْحَقُّ، وَلِقَاؤُكَ الْحَقُّ، وَالْجَنَّةُ حَقٌّ، وَالنَّارُ حَقٌّ، وَالنَّبِيُّونَ حَقٌّ، وَالسَّاعَةُ حَقٌّ، اللَّهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ، وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ، وَبِكَ خَاصَمْتُ، وَإِلَيْكَ حَاكَمْتُ، فَاغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ، وَمَا أَخَّرْتُ، وَمَا أَسْرَرْتُ، وَمَا أَعْلَنْتُ، أَنْتَ إِلَهِي، لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ Hz. İbn Abbas ra rivayet ediyor Nebi sas gece teheccüd için kalktığında şöyle dua ederdi “Allahım, her hamd Senin içindir. Sen göklerin ve yerin Nurusun. Hamd Sana mahsustur. Sen göklerin ve yerin daimî tedbîr edicisisin. Hamd Sana mahsustur. Sen göklerin, yerin ve bunlardaki her şeyin Rabbisin. Sen Hak’sın, vaadin de haktır. Senin sözün de ancak haktır. Sana kavuşmak haktır. Cennet haktır. Cehennem de haktır. Peygamberler de haktır. Kıyamet de haktır. Allahım, ben kendimi yalnız Sana teslim ettim. Yalnız Sana iman ettim. Yalnız Sana güvenip dayandım. Yalnız Sana yöneldim. Yalnız Sana dayanarak mücadele ettim. Aramızda yalnız Seni hakem kıldım. Benim önceden işlediğim, sonra işlerim sandığım, gizli yaptığım ve açıktan işlediğim bütün günahlarımı mağfiret eyle. İbadete layık Tanrı ancak Sensin. Senden başka hiçbir ilah yoktur.”[38] وَصَلَّى اللَّهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَمَوْلَانَا مُحَمَّدٍ الَّذِي أَرْسَلْتَهُ بِالحَقِّ بَشِيراً وَنَذِيراً وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الَّذِينَ طَهَّرْتَهُم مِنَ الدَّنَسِ تَطْهِيراً وَسَلَّمَ تَسْلِيمَاً كَثِيرَاً طَيِّباً مُبَارَكاً كَافِياً جَزِيلاً جَمِيلاً دَائِماً بِدَوَامِ مُلْكِ اللهِ وَبِقَدَرِ عَظَمَةِ ذَاتِكَ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى الـمُرْسَلِينَ وَالْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ [1] Halil Ahmed el-Ferâhîdî, Kitâbu’l-Ayn Müretteban alâ Hurûfi’l-Mu’cem, 1/339 Tahk. Abdülhamid Hindâvî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2003; Ahmed b Fâris b. Zekeriya, Mücmelü’l-Lüga, s. 215, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, trsz. [2] Hatîb Kazvînî, El-Îzâḥ fî Ulûmi’l-Belâga, s. 202, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2003. [3] İbnü Ebi Şeybe, Musannef, 14/486-487 37902. [4] İbnü Ebi Şeybe, Musannef, 14/486-487 37903. [5] Halil Ahmed el-Ferâhîdî, Kitâbu’l-Ayn Müretteban alâ Hurûfi’l-Mu’cem, 1/272. [6] Ebu Mansur Muhammed b. Ahmed el-Ezherî, Tehzîbü’l-Lüga, 11/148 Tahk. Abdüsselam Serhan, Dâru’l-Mısrî, Kahire, trsz. [7] Ebu Bişr Sibeveyh, El-Kitâb Kitâbu Sîbeveyh, 1/25-26, Mektebetü’l-Hancı, Kahire-1988. [8] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 358, Tenvir Neşriyat, İstanbul-1990. [9] Abdüssettâr Eş-Şeyh, El-İmâm El-Evzâî, Dâru’l-Beşir, Cidde-2006. [10] Said b. Mesruk es-Sevrî el-Kûfî, Tefsîru Süfyâni’s-Sevrî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-1983. [11] Velid b. Ali b. Muhammed, El-Ârâu’l-Usûliyye li’l-İmam İshâk b. Râhûye, Suudi Arabistan-1429. [12] Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Asl el-Ma’rûf bi’l-Mebsûṭ, Alemü’l-Kütüb, Beyrut-1990. [13] Ali b. Hamza el-Kisâî, Meânî’l-Kur’ân, Dâru Kuba, Kahire-1998. [14] Yahya b. Ziyad el-Ferrâ, Meânî’l-Kur’ân, Alemü’l-Kütüb, Beyrut-1983. [15] Ebû Saîd Abdülmelik b. Kureyb el-Asmaî, Asmaiyyât İhtiyâru’l-Asmaî, Dâru’l-Meârif, Kahire, trsz. [16] Ebu Ubeyde Mamer b. el-Müsennâ et-Teymî, Mecazü’l-Ḳurʾân, 1-2, Talik Fuad Sezgin, Mektebetü’l-Hancı, Kahire, trsz. [17] Eş-Şerîf er-Radî el-Mûsevî el-Alevî, Telhîsü’l-Beyân fî an Mecâzâti’l-Kur’ân, Terc. İ. Durmuş – M. Çağrıcı, Kuramer Yayınları, İstanbul-2016. [18] Eş-Şerîf er-Radî, Telhîsü’l-Beyân, ss. 155, 180. [19] Eş-Şerîf er-Radî, Telhîsü’l-Beyân, s. 19. [20] El-Câhiz el-Kinânî, Kitabu’l-Hayevân, 5/25-26, 425 Tahk. Abdüsselam M. Harun, Mektebetü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır-1943. [21] İbn Kuteybe, Hadis Müdafası, s. 83 Terc. M. H. Kırbaşoğlu, Kayıhan Yayınları, İstanbul-1979. [22] İbnü’l-Cinnî, El-Hasâis, 2/213, 449 Tahk. M. Ali en-Neccâr, Dâru’l-Kütübi’l-Mısrî, trsz. [23] İbnü’l-Cinnî, El-Hasâis, 2/442-449. [24] Ali b. Muhammed el-Âmidî, El-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, 1/67, Talik Abdürezzak el-Afîfî, Daru’s-Samîî, Riyad-2003. [25] Takıyuddin Ebü’l-Abbas Ahmed b. Teymiyye, Mecmûatü’l-Fetâvâ, 7/95-120; 20/400-418 Tahric Âmir el-Cezzâr vd., Dâru’l-Vefa, Riyad-2005. [26] İbn Kayyim el-Cevziyye, Muhtasaru’s-Savâiki’l-Mürsele ale’l-Cehmiyye ve’l-Muattıla, 2/700-806 İht. Muhammed b. el-Mevsılî Mektebetü Advâi’s-Selef, Riyad-2004. [27] Ebu Abdullah Muhammed b. Bahadır ez-Zerkeşî, El-Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’an, 2/255 Tah. M. Ebü’l-Fadl İbrahim, Mektebetü Dârü’t-Türâs, Kahire, trsz. [28] Buhari, Ezan, 156 846; Müslim, Îman, 32 125; Ebû Davud, Tıb, 22 3906. [29] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 241, Tenvir Neşriyat, İstanbul-1990. [30] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/300 14255; Buhârî, Kitâbu’l-Menâkıb, 25 3583, 3584, 3585. [31] Dârimî, Mukaddime, 6. [32] İbn Teymiyye, Mecmûatü’l-Fetâvâ, 7/108. [33] İbn Kuteybe, Te’vîlü Müşkili’l-Kur’ân, ss. 85-86 Tahk. İbrahim Şemsüddîn, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-2007. [34] Hatîb el-Kazvînî, El-İzâh fî Ulûmi’l-Belâga, s. 32, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2003. [35] Muhyiddin İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, 1/243-247, Terc. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul-2006. [36] Bahaullah, İkan Kitabı, ss. 66, 67, 69, 97 Terc. M. İnan, Menteş Matbaası, İstanbul-1969. [37] Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’ân, 14 2906; Dârimî, Fedailü’l-Kur’ân, 23 3375. [38] Buhari, Tevhid, 35 7499, 7442, 7385 © Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.
yük kelimesinin gerçek ve mecaz anlamı